Bu festivaller, “makbul Kürtlerin” nostaljik ve melânkolik hazlarına seslenen, onlara iktidarın kendilerine bahşettiği kadarıyla var olacaklarını kabul ettiren organizasyonlardır
Navşar Şemzînî
Turizm ile sömürgeciliğin tarihi birbirine yakın bir paralellik izler. Kendilerine “turist” diyen Avrupalıların, doğunun mistik ve egzotik topraklarına yolculuk edip, yerlilerin yedikleri ve içtiklerine merakla yaklaşmaları pek de masumane değildi. Nitekim 19. yüzyılda, Etiyopya gibi kahve zengini ülkelerin zenginliklerine göz diken garplı, yani batılı beyaz adam, gittiği Afrika ülkelerinden sadece kahve değil, aynı zamanda dünyanın bu kara parçasında yaşayan kara insanlarını da gemilere bindirip, ucuz iş gücü muradıyla tarlalarda ve sanayide çalıştırmak üzere öz topraklarından koparmış ve “medeniyetin beşiği” olan batıya taşımıştır. Hem de gemilerde üst üste istifleyerek… Bu tarihsel atıfla beraber, asıl konumuza giriş yapacak olursak, Hakkâri’de bulunan Cilo buzulları ve Cilo dağları, coğrafik özellikleriyle taşıdığı mekânsal nitelik kadar, Kürt siyasal ve kültürel tarihi açısından da tartışmasız bir yere sahiptir. Bu mekânlar, sadece son 40 yıllık Kürt siyasal mücadelesinin değil, Mahabad Kürt Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra 1947 yılında, Molla Mustafa Barzani’nin Barzan bölgesinden çıkıp, 52 gün boyunca uzun yürüyüşünün ardından vardığı Sovyetlerin de ilk geçiş alanıdır. Bu nedenle, Cilo dağlarının eteklerinde yaşayan Kürtler, sadece son 40 yıllık Kürt hareketinin değil, aynı zamanda peşmergelere ev sahip sahipliği yapmış politik hafızayı taşırlar. Buradaki insanlar, birçok Kürt hareketi ile hemhâl olarak bu mekânlara anlam atfetmişlerdir. Mesela bu bölgede yaşayanlardan herhangi birine Ali Asker’i sorarsanız, sizlere Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) 70’lerin sonunda bu bölgedeki varlığını ve faaliyetlerini anlatır. Yine DDKO’yu aynı şekilde… Buradaki siyasal bilincin oluşması için de bu bölgede yaşayan insanlar sayısız bedeller ödedi, göçler yaşadı. Ama Kürt olma bilinci, Cilo dağlarının zirvesi gibi onlarla yaşamaya hep devam etti.
2015 yılından itibaren AKP hükümetlerinin Kürt kentlerinde; doğadan mimariye, ekolojik dengeden kadın erkek ilişkilerine kadar, bir bütün olarak Kürt toplumunun en kılcal damarlarına kadar devlet tahayyülünü zerk etmek ve kontrol altında tutmak istediğini görmek hiç de zor değil. Burada, yani festival görüntüsü altında sergilenen resmî ideoloji seremonilerinde, devleti bütün varlığıyla Kürt toplumuna zerk etmek, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana farklı yol ve yöntemlerle uygulanagelen kültürel ve sosyolojik homojenleştirme siyasetlerinin yeni bir veçhesidir. Esasen bu faaliyetler, devlet politikasının, Yüksekova gibi Kürt siyasal hareketi açısından son derece önemli bir yere sahip bir mekân üzerinden Kürt gençlerinin “ehlileştirilmesi” ve devlet görüntüsünün kurtarılması çabasının bir imaj çalışmasıdır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, resmî makamlarca bu mekânların mütemadiyen yasaklı olarak bırakılmasını da bir diğer dilemmadır. Burada denilebilir ki, “şayet bu bölge yasaksa, Cilo Festivali burada nasıl yapılır?” cevabı gayet basit, sadece bu festivale özgü bir izinle… Yani burada yaşayan sivil halkın kendi topraklarına girmeleri ve eğlenmeleri de “terörle mücadele konseptinin bir gereği” denilerek, uygulanan geçici izinlere işaret edilir. Yani, egemen olan iktidarın nazarında bu toprakların yerlileri, “güvenlik politikaları” kapsamında eğlenme hakkında sahiptir!
Cilo festivalinde çalınan müziklere ve kullanılan sembollere dikkatle bakmakta yarar var. “Kürt asıllı” Türk sanatçıların sahneye çıktığı, kırık bir Türkçe ile içinde “lo lo, le le le” ünlemleriyle dolu, tırpanlanmış ve ince bir işçilikle ne Türkçe olan ne de Kürtçe kalan, kerameti kendinden menkul, ama aslının Kürtçe olduğu aşikâr olan şarkılara izin verildiği görülüyor. Bu festivaller, “makbul Kürtlerin” nostaljik ve melânkolik hazlarına seslenen, onlara iktidarın kendilerine bahşettiği kadarıyla var olacaklarını kabul ettiren organizasyonlardır. Bunu yaparken de kamera kadrajına girenler ile kameranın arkasında kalanların bambaşka çehreler olduğu gözden kaçmıyor. Mesela polislerin ve askerlerin ağır silahlarıyla Yüksekova’nın her yerinde, her sokağında dolaşması, kent hayatının adeta olağan bir parçası haline getirilmiş olması o kadrajda yer almaz. Ama “Hakkâri’de hayat var” sloganı ile yapılan Cilo Festivallerinin hemen eteğindeki Yüksekova’da onlarca hayat, bir anda bütün hukukun ve insanlığın dışına itilebilecek kadar önemsiz görülebileceğini sokağa çıkma yasakları esnasında, askeri törenlerle gösterildi.
Dedik ya, Kürtlerin kendi öz topraklarında gezmesi ve yaşadıkları doğayla buluşmasını içeren sosyolojik süreç bile “terörle mücadele” kapsamında, içinde iktidarın kendini yeniden ürettiği, yörenin kültürel ve tarihsel birikimi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan içeriklerden müteşekkil “festivaller” şeklinde izne tabii tutuluyor. Hâlbuki, Cilo dağlarının eteklerindeki kent olan Yüksekova’da, daha bir ay öncesine kadar 5 yaşındaki Erdem Aşkan’ın bir asker tarafından ezilip öldürülmesi ve bu askerin kısa bir sürede serbest bırakılması aynı döneme denk geliyor. Cilo Festivali de Erdem Aşkan’ın askerin kullandığı aracın çarpması sonucu ölmesi ve askerin serbest bırakılması da aynı siyasal aklın, aynı siyasal amacın ve yıllardır Kürt sosyolojisine uygulanan alt-kolonyalist politikaların birbirini tamamlayan yüzleridir. Tam da bu şekilde, iktidarın; mekânı ve hakikati bükme, kitlelerin o mekânlara yüklediği politik ve kültürel anlamları yıkıp, yerine daha makul, makbul ve Türkçe bir hafıza inşa etme girişimine tekabül etmeye başlıyor. Böylece son yıllarda, kayyumlar eliyle yürütülen festival siyaseti, Kürt dilinin ve kültürünün iğdiş edilmesi, törpülenmesi, karikatürize edilmesi ve tahrip edilip bozuk bir Türkçe gibi sunulmasının alt yapısına dönüşen bir iktidar organizasyonu ortaya çıkmış oluyor. Bunun da Kürtler arasında devşirilen aşiret, devlet, dernek ve şirket dörtgeninde inşa edildiği görülüyor. Yerel sermayedarların da politik ve ekonomik rant devşirmek için bu organizasyonlara gönüllü müttefik olarak dahil olduklarını es geçmemek gerek.
Cilo Festivali gibi organizasyonlar ile Kürt olmanın “Türklük şuur ve bilinci” içinde, ince dokunuşlarla, eğlenerek asimile olmak sonucunu doğuruyor. Kürtler ve Kürt kültürü, son yıllarda yapılan festivaller ve Türk olduğunu söyleyip, Türklük imtiyazlarıyla Kürtlerin misafirperverliğini test eden “sosyal deneycilerin” egzotik seyahatler yaptığı bir fantezi ve safari alanına dönüştürüldü. Buna en ciddi katkı da yerli halk arasından birilerinin çıkıp sunduğu meşrulaştırma katkısıdır. Ki bunlar da orta sınıflaşmış, çoğu memur kesim veya beyaz yakalı olarak adlandırılabilecek olan, ekonomik geliri bölgedeki çoğunluğu oluşturan yoksul insanlardan nispeten daha yüksek bir popülasyonu kapsıyor. Bu şekilde, festival adı altında Kürt coğrafyasında işlenen envaiçeşit suç meşrulaştırılıyor, görünmez geliniyor ve aynı zamanda devlet aygıtının büyük bir propaganda makinası olarak “eğlence endüstrisi ve turizm” adı altında kamusal alana sunuluyor.
Sonuç itibarı ile,
Tarihsel olarak, Kürt siyasal mücadelesinin başlamasında ve büyümesinde doğanın, ama en çok da dağların çok somut olarak algılanan bir tarihi, bir dinamizmi vardır. Bu mücadelede dağlar, bir direniş mekânı, mekanizması ve toplum içindeki kuvvetli değerlerin de sembolüdür. Bunu en iyi bilen devletin, Kürtlere dair arşivleri ve hafızasıdır. Tam da bu nedenle, Cilo Festivali türünde organizasyonlar görüntüde bir eğlence toplantısı iken esasında ise kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme çabasıdır. Tıpkı yazının girişinde verilen Etiyopya ve garplı beyaz adam örneğinde olduğu gibi.