Yerleşimci sömürgecilik, ‘almaya’ değil, ‘kalmaya’ gelen bir sömürgeciliktir ve aslında bu ‘kalma’ eylemi de ‘alma’yı garanti eder, sağlamlaştırır. Gelirler ve sonra aslında oranın kendilerine ait olduğunun ideolojik altyapısını oluştururlar
Ender Öndeş
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki günlerde sarf ettiği “1 milyon Suriyeliyi geri göndereceğiz” sözü, Türkiye kamuoyundaki mülteciler konusundaki hararetli tartışmaları yeniden canlandırdı. Erdoğan’ın sözleri, seçimler yaklaşırken bir atak yapıp muhalefetin elinden koz almak gibi bir iç politika manevrası olarak yorumlandıysa da, meselenin asıl önemli yanı olan “bu mültecilerin nereye gönderileceği” sorusu üzerinde pek durulmadı. Çünkü ilk bakışta her şey normal görünüyordu! Suriyelilerin Suriye’ye gitmesinde akla aykırı bir durum yok gibiydi. Ancak, asıl sorun bu 1 milyon kişinin Suriye’nin “neresine” gönderileceğiydi ve hem Efrîn, İdlib gibi yerlerden gelen haberler, hem de son grup konuşmasında MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin söylediği “Bugüne kadar Afrin, Azez, El Bab, Cerablus, Mare, Tel Abyad ve Resulayn’a toplamda 490 bin Suriyeli yerleştirilmiştir” sözleri aslında tam da bu soruyu yanıtlamış oluyordu.
Aynı günlerde PYD ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nden peşpeşe gelen açıklamalar, Erdoğan’ın söyleminin orada yarattığı tepkiyi gösterdi. PYD yaptığı açıklamada, “Türk devleti İhvan derneklerinin sponsorluğunda mültecileri işgal altındaki bölgelere yerleştirmek istiyor” derken, Özerk Yönetim, “Türk devleti Katar, Kuveyt ve bölgeden birçok derneğin yardımıyla sömürge evlerini inşa ediyor. Bölgeyle ilişkisi olmayan kişilere yer sağlıyor” uyarısını yaparak halka “bu politikalara kanmayın” çağrısında bulundu.
Settler Colonialism
Bütün bu gelişmeler, dünyanın gündemine son yıllarda daha çok İsrail-Filistin meselesi üzerinden giren “yerleşimcilik/yerleşimciler” kavramlarını başka bir yönüyle güncellemeyi gerektiriyor.
Yerleşimci Sömürgecilik (Settler Colonialism) kavramının politika literatürüne girmesinin tarihi aslında hayli eski. Sözcük anlamı çok naif elbette: Bir yerden göç edip bir yere yerleşmek. Çok eski ‘kavim göçleri’ için bu söylenebilir belki. Sonuçta kuraklık, savaşlar gibi nedenlerle tarihte birkaç kez kavim göçleri yaşanmış ve büyük topluluklar bir yerden bir yere göçmüşlerdir ama “yaşayacak bir yer arayan” göç hareketleri ile ele geçirdikleri yerlerin kaynaklarını metropole aktarırken demografiyi de değiştirmek için bilinçli bir çaba gösteren sömürgecilik arasında yine de bir fark var. Yerleşimci sömürgecilik, bunu metropolün sömürgedeki çıkarlarını garantiye almak için yapıyor ve “yerli halkların ve kültürleri soykırıma uğratarak ya da asimile ederek onları yerleşimci bir toplumla değiştiren bir sistem” olarak tanımlanıyor. Oxford sözlüğünde ise, “Hem sömürgecilik hem de yerleşimci sömürgecilik dışsal tahakküme dayanır, ancak yerleşimci sömürgecilik, sömürgeleştirilmiş bölgenin orijinal nüfusunu yeni bir yerleşimci toplumuyla (genellikle sömürge metropolünden) değiştirmeye çalışır” uyarısı yapılıyor.
Bu, konuyla ilgili çalışmaları olan Patrick Wolfe’nin deyimiyle, ‘yerleşimci’ sömürgecilik, ‘almaya’ değil, ‘kalmaya’ gelen bir sömürgeciliktir ve aslında bu ‘kalma’ eylemi de ‘alma’yı garanti eder, sağlamlaştırır. Gelirler ve sonra aslında oranın kendilerine ait olduğunun ideolojik altyapısını oluştururlar ya da bu altyapı zaten baştan vardır; böylece kendilerini yasallaştırırlar, hatta yerli halkın zihninde de bunu meşru hale getirirler. Bu anlamda yerleşimci, bizzat kendisinin yerleşimci/yabancı/misafir görünümünü hızla temizleyerek, ‘yerleşik/sahip’ olmayı amaçlar. Öyle ki, bir süre sonra yeni kuşaklar, ‘aslında hep orada olduklarına’ inanmaya başlayabilirler!
Kolomb ve sonrası
Kapsamlı Avrupa sömürgeciliği, tabii ki 1492’de, Kristof Kolomb’un açtığı yoldan başladı ama başlangıçta henüz basit hırsızlığı aşamamıştı. Ancak sonradan bütün Avrupalılar Kuzey ve Güney Amerika’ya yöneldiklerinde, ulaştıkları yerlere nüfus yerleştirmeye de başladılar. Önce korunaklı kaleler ve asker aileleri, vb., sonra liman ağızlarında oluşan yerleşim birimleri, ticarethaneler ve bütün diğerleri geldi. İspanyol şehirleri, bugünün Dominik Cumhuriyeti’nde Santa Domingo ile 1496 gibi erken bir tarihte kuruldu. Fransa Karayipleri, Portekiz Brezilya’yı yağmalarken kıyı şehirleri de oluşmaya başladı ve misyonerlikle karışık olarak asimilasyon da peşinden geldi. 19. yüzyılda artık durum köklü olarak değişmişti. Yalnızca 19. yüzyılda 50 milyondan fazla insan Amerika için Avrupa’yı terk etti. Ve gittikleri, götürüldükleri yerlerde soykırımla birlikte baskın nüfus haline gelmeye başladılar. Kolomb öncesi Amerika’daki saf Kızılderili nüfusu 140 milyon olarak tahmin edilirken, bugün aynı nüfus ancak binlerle ifade edilmektedir.
Kuzey Amerika’da da durum tam bir yayılma manzarası gösterdi. Önce İngiliz ve Fransız egemenlikleri, sonra bağımsız ABD, batıya doğru büyük hareketlerle yerlilerin alanını daralttıkça daralttı. Batıya göç hareketleri bir tür macera gibi görünse de, her adımda nüfus oranları değişti. Sadece Kaliforniya’da Avrupalılar gelmeden önce 300 bin olan yerli nüfusu 1900 yılında 16 bine kadar düşmüştü ve bu her zaman savaşlarla olmadı. Çeşitli hilelerle Avrupalı nüfus kıtaya yayılırken, yerlilerin yaşam alanları giderek toplama kamplarına dönüştürüldü.
İpini koparan sömürgelere!
İngiltere Hindistan’da bunu tercih etmedi pek, Hindistan yeterince kalabalıktı çünkü! Ama geniş yüzölçümüyle Avusturalya bu konuda tam bir örnek oldu. Avrupalılar Avustralya’yı işgal etmekle kalmadı, oraya yerleşerek ev sahiplerini yerinden etti. Yerli Avustralya nüfusunun Avrupa işgali sırasında yaklaşık 795 bin olduğu tahmin ediliyordu ama zaman içerisinde bu sayı ‘azınlık’ denebilecek düzeye gerilemişti. Ve tabii ki, ilk yerleşimcilerin çoğu özellikle İngiltere’de ‘toplum dışı’ sayılan kesimler, maceracılar ve düpedüz katiller, hırsızlardı. Zaman zaman Avrupa hapishanelerinden aktarımlar yapıldığı da oluyordu.
Yeni Zelanda’da da aynı şey oldu. Yerli Maori nüfusu, 21. yüzyılda artık sadece önemli bir azınlık nüfusuydu. Bir tür ceza kolonisi olan Yeni Kaledonya ve Guyana gibi yerlerde aynı şeyi yapanlar ise Fransızlar oldu; 19. yüzyılın ortalarından itibaren yerli Kanak nüfusunu yerinden ederek, yerleşimlerini büyüttüler.
1652’de Avrupalıların gelişi, Güney Afrika’da da yerleşimci sömürgeciliğinin başlangıcını ateşledi. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi Cape’de kuruldu ve on yedinci yüzyılın ortalarında Afrika ve Asya’dan çok sayıda köle ithal etti. İlk plan kıyıda küçük bir topluluk yaratmaktı ama topluluk, başlangıçta planlanandan daha fazla yayılmaya ve kolonileşmeye devam etti. Bir süre sonra, artık gitgide baskın nüfus hale gelen beyazlar, yine de küçük bir azınlık siyahları yönetir hale geldi; aynı sürecin değişik versiyonları diğer Afrika ülkelerinde de tekrarlandı.
Adım adım genişleme: İsrail
İsrail’in durumu ise tümüyle özgündü; deyim yerindeyse İsrail ‘anadan doğma’ yerleşimciydi! Dünyanın çeşitli coğrafyalarından gelen ve Filistin’i kendi tarihi mekânları sayan Yahudi toplulukları, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ‘yerleşim’lere başladılar ve adım adım varlıklarını yaydılar. 1946’dan bu yana yan yana konulan Filistin haritaları İsrail’in uyguladığı yerleşimci politikaları yeterince açık olarak ortaya koyuyor. Aslında Siyonist hareket liderleri, 1930’lardan beri Filistin’deki Arap nüfusun sürülmesini düşünüyorlardı. David Ben-Gurion, daha 1938’de “Zorunlu nakli destekliyorum. Bunda ahlaksız bir şey görmüyorum” diye yazıyordu. Ya da Siyonizmin kurucu babası Theodor Herzl’in dediği gibi: “Eğer eski bir bina yerine yeni bir bina koymak istersem, önce onu yıkmalıyım.”
İlk büyük dalga, 1947-1949 Filistin savaşı sırasında 700 bin Filistinli, köyleri ve kasabalarından sürüldüğünde yaşandı. Siyonizm, başından beri “Nil’den Fırat’a Büyük İsrail” düşünün bir ifadesiydi. Böylece, bir süre sonra İsrail devletinin ‘metropolü’ haline gelen Tel Aviv, çevresine yayılan bir sömürge merkezi haline dönüşmeye başladı; zaman içerisinde sadece açık savaşlar yoluyla değil, adım adım gerçekleştirilen küçük küçük işgaller ve yerleşimlerle de Gazze ve Batı Şeria yönüne doğru büyüdü. 2000 yılında yayınlanan bir rapora göre, Batı Şeria ve Gazze şeridindeki yerleşimci nüfusu 1972’de yaklaşık bin 500’den 1989’da yaklaşık 73 bine ve 1998’de ise 169 bine yükseldi. Rapor ayrıca, Batı Şeria ve Gazze’deki İsrailli yerleşimcilerin doğum yerlerine göre yüzde 78’inin Avrupa veya Amerika’dan, yüzde 19’unun İsrail’den olduğunu gösteren demografik istatistikleri de açıklıyor. Ocak 2015’te İsrail İçişleri Bakanlığı, Batı Şeria’da yaşayan 389 bin İsraillinin ve Doğu Kudüs’te yaşayan 375 bin İsraillinin rakamlarını vermişti.
Üstelik bu, an itibarıyla sona ermiş bir süreç de değil. İsrail’de, zaman zaman tepkiler sonucu geri adım atsa da, ‘yerleşimciler yoluyla yayılma’ hâlâ bir devlet politikası. Genellikle en fanatik sağcıların -zaman zaman silahlı olarak- görev aldığı bu “yeni yerleşimler inşa etme” operasyonları şu anda da devam ediyor; Filistin topraklarının parçalarına el konuluyor.
‘Yavru Vatan’ın kaderi
Kuzey Kıbrıs bu bakımdan daha ilginç bir örnek oluşturuyor. Uzun süredir devam eden Kıbrıs krizi, 1974’te Türkiye’nin işgal harekâtı ile birlikte adanın resmen bölünmesi noktasına vardığında, kuzeyde, yalnızca Türkiye tarafından tanınan KKTC kuruldu. Bu, 1974’ten 1980’e kadar 50 bine kadar ulaşan ilk yerleşim dalgasını yarattı. Tabii ki süreç, kendiliğinden yürümedi. Ankara hükümetleri, bu büyük ‘yerleşimci’ hareketini bizzat yarattı ve teşvik etti; bunu da hiç inkâr etmedi zaten. Bir Kıbrıs Türk devleti yaratmak ve pekiştirmek için bu yerleşimlere ihtiyaç vardı ve bu büyük yerleşimci grubunun hızlı bir şekilde yerleştirilmesi için, Ankara ve onun güdümündeki Kıbrıs Türk makamları, seferber oldu, gelen yerleşimciler için arazi ve konutlar hazırladılar. Daha doğrusu bu, aslında 1974’te Güney Kıbrıs’a kaçmak zorunda kalan Kıbrıslı Rumların geride bıraktığı büyük boşluk sayesinde mümkün oldu. Tam Türkçe’siyle söylersek, kaçanların mülklerine ‘çökme’ harekâtıydı bu.
Çeşitli kaynakların verilerine göre 2006 yılına kadar KKTC’ye toplam 141 bin 634 kişinin göç ettiği, bu göçlerin yüzde 33’ünün 1979 yılı öncesinde, yüzde 5’inin 1980-1989 döneminde, yüzde 15’inin 1990-1989 döneminde ve yüzde 47’sinin de 2000-2006 döneminde gerçekleştiği görünüyor.
Kıbrıs açısından çok yeni bir durum da değildi bu. Türkiye 1940’lardan beri Özel Harp Dairesi marifetiyle kurdurduğu TMT gibi örgütlerle zaten hep Kıbrıs’ın içindeydi. 1974 sonrasında olan ise, çitlerle çevrilip ‘burası artık bizim’ denilen bir toprak parçasına anakaradan nüfus aktarılarak yaratılan bir durumdu ve bunun adı tam olarak ‘yerleşimcilik’ti. Ve tabii bu arada, aktarılan binlerce insanın Türkiye’de sağcıların, MHP’nin etkin olduğu bölgelerden seçilmesi de rastlantı değildi. Sonraki süreç ise biliniyor. Gitgide Türkiye’nin bir vilayeti haline getirilen KKTC’nin kumarhaneler ve her türlü batakhanelerle doldurulması ve bir tür kontrgerilla/mafya laboratuvarına evrilmesi, Falyalılar, diğerleri, vs… 2000 sonrası göçlerin yoğunluğu bu konuda bir fikir verebilir. Bu yoğunluk, zaman içerisinde Kuzey’deki seçimleri sonucu Türkiye’nin belirlediği basit bir oyuna çevirirken, Kıbrıs’ın yerli Türk nüfusunun iradesi ipotek altına alınmıştır.
YARIN: TÜRK YAPIMI YENİ ‘ARAP KEMERİ’