Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde hızlı ya da yavaş radikal ya da reformlar yoluyla ulusal ve sınıfsal dönüşümler yaşandı. Bu süreçte büyük devletler ya da imparatorluklar kuran ulusların devraldıkları miras ile uluslaşma sürecini kendilerine özgü yaşayan sömürge ve yarı-sömürge halklar birbirlerinden farklı tarihsel ve toplumsal koşullara sahip oldu. Kapitalizmin emperyalist aşamasında ise emperyalist devletler, ilhak, işgal veya bağımlılık ilişkisi kurduğu ülkelerin etnik, kültürel ve inançsal geleneklerini yok ederek kendi devlet ve toplum biçimlerinin karikatürize edilmiş modellerini dayattı. Emperyalist dönemde iki kez dünyayı altüst eden paylaşım savaşının ardından sömürge ve yarı sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri başladı ve bunların her biri kendi rotasında gelişti.
Devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinin yükseldiği bu dönemde, çok uluslu devletlerdeki egemen ulusun işçi sınıfının, özel olarak ezilen ulusunun işçileriyle ve genel olarak ulusal kurtuluş güçleriyle ilişkileri tarihsel bir önem kazandı. Bu bağlamda Lenin, proletarya partilerinin önüne “çifte görev” olarak şunu koymuştu: “Bir yandan ulusal eşitsizliğe, milli baskıya karşı ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yolunda ciddi bir mücadele, diğer yandan çeşitli ulustan işçiler arasında sımsıkı ve çözülmez bir ittifak.” Bu teze göre, sorunun siyasal bir program olarak ele alınmasında temel ilke, yalnızca ezilen ulusun işçileriyle ittifak kurmak değil, aynı zamanda ezilen ulusun, ulusal baskı ve sömürüye karşı olan tüm ulusal ve demokratik güçleriyle birlikte mücadele ve dayanışma gerekliydi. Ancak birçok örneğinde görüldüğü gibi bu tarihsel görevin başarılamadığı, yani proletaryanın kendi bağımsız politikasını ortaya koyup yürütemediği, kendisi için bir sınıf olarak örgütlenemediği durumlarda, işçi hareketi şoven şartlanmalar nedeniyle burjuvazinin dümen suyuna girdi.
Kemalist hareketin peşine takılan sol ve sosyalist hareket, egemen ulus ve devlet şovenizminin etkisinde kalarak sosyal şovenizm bataklığında debelenip durdu. Başka bir deyişle Türkiye solu tüm tarihi boyunca Ermeni sorunu, Rum sorunu, Kürt sorunu, Musul ve Kerkük sorunu, Hatay sorunu, Kıbrıs sorunu (şimdi bunlara Suriye, Irak, Libya, Yunanistan gibi sorunları da eklemek gerekir) gibi ulusal sorunlar karşısında sürekli ve sistemli olarak sosyal şoven ve milliyetçi tavırlar sergiledi. Dış politikada Sovyetler Birliği’nin iç politikada Kemalizmin peşinden giderek ulusal inkar, imha, iskan ve asimilasyon politikalarına destek verdi. Bu nedenle başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıflardan ve dolayısıyla devrim ve sosyalizm hedefinden uzaklaştı. Bu ideolojik ve siyasal sapmanın Türkiye solundaki etkisi ve sonuçları o kadar ağır oldu ki, devleti ve toplumu radikal tarzda değiştirebilecek/dönüştürebilecek bir siyasal örgütlülüğe ve güce ulaşılamadı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel gelenekleri ve mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlının ekonomik, siyasal, idari, sosyal, askeri, mali, dinsel, etnik, kültürel vb özelliklerini sahiplenerek varlığını sürdürmüştü. Cumhuriyet döneminde “devrim kanunları” olarak lanse edilen reformlar radikal bir sistem/düzen değişikliğini değil, İttihat ve Terakki hareketinin devamı niteliğindeki bazı yeni düzenlemeleri içerdi. Daha da önemlisi, Osmanlıdan resmi olarak devralınan İrredentist (Kurtarımcılık) ve Fundamentalist (Köktendincilik) gelenekler, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüzde Türk İslam milliyetçiliği söylemiyle devlet ve hükümet politikalarının temelini oluşturmasına karşın, Türkiye solu bu politikaları ya destekliyor ya da sessiz kalıyor.
Kemalist Hareket’in tekçiliğe (Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek dil, tek inanç, tek kültür, tek parti ve tek şef) dayalı egemen ulus ve devlet refleksini koşulsuz olarak destekleyen TKP ve solun tarihini onunla başlatıp devamcısı olduğunu yineleyen sektörlerin bu şoven tutumu solun tarihinde kara bir leke gibi duruyor. Gelinen aşamada hala statükoyu savunması, CHP kuyrukçuluğunu sürdürmesi, Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü için hiçbir çaba göstermemesi, AKP-MHP iktidarının ve tek adam rejiminin değişmesine en büyük katkıyı sunan HDP’den uzak durmaya çalışması; değişen tarihsel koşullara ve yeni toplumsal olgulara rağmen hala kendisiyle yüzleşmekten kaçınması, solun ideolojik ve siyasal tarihsel açmazını oluşturuyor.