Değişim zor bir meseledir. Yalnızca toplumların değil, tek tek insanların değişimi de zordur. Bir insan “Hadi ben değişeyim” diyerek değişemez. Değişimin denizdeki dalgalara benzer gidiş-gelişleri olur, çarpışmaları olur, anaforları olur, sakin zamanları olur. O nedenle de değişim bir atımlık bir şey değildir, bir süreçtir ve zamana ihtiyaç duyar. Tabii değişimin belirleyicileri değişimin nerede olduğuna bağlı olarak farklı farklı olabilir. Eğer değişimi, doğaya değil de topluma ve insana ait olarak tanımlamak istersek, toplumu ve insanı dıştan kuşatan faktörlere bakmak yeterli olmaz. Olmaz, çünkü toplumun da bireyin de değişimle ilgili verebileceği iradi kararların en az dışsal faktörler kadar değişim sürecini biçimleyeceğini kabul etmemiz gerekir.
Çünkü, biz bir şeyi yaparken, bizi çevreleyen dış koşullar ya bizim o şeyi yapmamızı bize dikte ettiriyordur ya da biz o şeyi yaparken dış koşullar bize dikte ettirdiği için değil biz istediğimiz için yapıyoruzdur. Birincisinde yapacak bir şey yoktur ve kaderimizle baş başayız demektir. İkincisinde ise değişimin dış koşullar kadar insan iradesinin de bir sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Bütün bu lafları şunun için söylemeye çalıştım. Türkiye’de “sol”, bir türlü kendi içinden bir değişim iradesi üretemiyor. Bugünün “sol”unu oluşturan tarih içinde “sola” dıştan yapılan müdahaleler, (askeri darbeleri kastediyorum) ve bu müdahalelerde oluşan karşı duruşlar farklı gruplarda farklı olduğundan, sol cenahın bölünmüş karakterinin bugüne dek sürmesinin de nedeni olmuşlardır. Her bir grup, kendi önder isimlerine, kendi hikayelerine, kendi kahramanlarına ve kendi ideolojik bilinç düzeylerine bağlı kalmaya devam ettiği sürece ve içinden bu parçalanmışlığa son vermek için bir irade üretemediği sürece, “sol”, değişimden nasibini alamayacak ve ülkedeki genel siyasi değişimin bir parçası da olamayacaktır. Sonuçta kendi potansiyelini de heba edecektir. Nitekim içinde yaşadığımız günler bu durumun çeşitli kanıtlarıyla doludur.
Oysa ülkede, sol perspektiflere sahip, şu anda seçimlerde yüzde 13-15 bandında oy potansiyeli olan, içinde Kürt siyasi hareketinden gelen, bu hareketten olmadığı halde bu hareketle birlikte davranan sol ve demokrat kişi ve grupların varlığıyla vücut bulmuş bir HDP, Yani Halkların Demokratik Partisi vardır. Bu partinin amacı da açıktır ki toplumdaki bütün mağdur kesimlerin sözcülüğünü yapmak, ülkedeki sosyal, siyasi ve ekonomik yapının değişiminde motor gücü olmaktır.
Açıktır ki “sol” fikirleri olan bu partiyle bazı sol kesimlerin hala mesafeli olması, girişte de söylediğim gibi sanki kaderlerine razı olmuş, değişimin parçası olabilme misyonunu kaybetmiş bir “sol”un varlığının bence açık bir kanıtı gibidir. Tabii ki onların farklılıkları kendi varoluşlarının da nedenidir ama bu grupların ve de bu gruplar içindeki kişilerin cevaplaması gereken temel soru şudur: HDP, ne söylemiyor da siz söylüyorsunuz ya da aynı anlama gelmek üzere siz ne söylüyorsunuz da HDP söylemiyor? Bu temel soruyu dürüstçe ortaya koymak ve bunu tartışabilmek sanırım “sol” un değişim için ihtiyaç duyduğu iradenin de üretilmesini kolaylaştıracaktır.
Sol ve demokrat güçlerin böyle bir değişim iradesi üretebilmeleri, geçmişte çektikleri acıları bir ölçüde de olsa hafifletecek ve gerçekten ezilmişliğe, yoksulluğa, özgürlüğe ve eşit haklara sahip olma mücadelesi veren insanlarımıza da büyük katkı sağlayacaktır.
Tekrar edelim: HDP, ne söylemiyor da siz söylüyorsunuz ya da aynı anlama gelmek üzere siz ne söylüyorsunuz da HDP söylemiyor?
Umarız bu konuya iyi niyetle cevaplar gelir.