Clara Zetkin 1923 yılında, faşizmin, “siyaseten başını koyacak yeri olmayanların bir tür sığınağı” haline geldiğini yazıyordu. Emektar devrimci için faşizm, “devrimin gecikmesi”, Daniel Bensaid’in çok sonra kullanacağı tabirle “devrimin randevusuna sadık kalmayışı” nedeniyle kesilmiş bir cezaydı. Böylece faşizm, sadece krizle başı dönmüş “orta sınıfları” değil, “sosyalizme ve hatta kendi sınıflarına dair inançlarını yitirmiş” emekçi kesimleri de ardından sürükleyebilmişti.
Zetkin devrimin saatinde gelmeyişinden (haklı olarak) “burjuvaziyle bir centilmenlik anlaşmasına varmış” olan sosyal demokrat liderlerin “ihanetini” sorumlu tutuyordu. Sosyalizmin yarı yolda bıraktığı kitleler, faşizmde sığınacak bir liman arar hale gelmişlerdi. Zetkin bunları, geçen yüzyılın iki büyük savaşı arasında, 20. yüzyılın “alacakaranlık kuşağında” yazıyordu. Bu bakımdan, onun dünyasıyla bizimki arasında dağlar kadar fark olduğu, yazdıklarının bizim zamanların gerçekliğiyle alakasının olmadığı iddia edilebilir. Ancak biraz daha dikkatli bakıldığında ve belleksiz ve geleceksiz bir şimdiye sıkışmış çağımızın “yenilik” fetişi bir tarafa bırakıldığında, Zetkin’in anlattığının bizim hikâyemiz olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.
Sadece şu son Bolsonaro vakasını ele almak yeter. PT, yani İşçi Partisi’nin ekonomik ve siyasi muktedirlerin gücünü kırarak aşağıya doğru radikal bir güç transferini gerçekleştirme iddiasından vazgeçmesi, “burjuvaziyle bir centilmenlik anlaşmasına varması”, hem aşağıdakileri hem yukarıdakileri memnun etmenin mümkün olduğu bir ekonomik konjonktürde makul bir orta yol gibi görünmüş olabilir. Ancak o ekonomik konjonktür değişince cehennemin yolunun öyle “orta yollardan” geçtiği anlaşılmış oldu. PT’nin bizzat kendi tabanının radikal özlemlerini akamete uğratarak onu tabir caizse “terhis etmesi”, toplumsal mücadeleleri bürokratikleştirerek soğurması, Zetkin’in deyimiyle “sosyalizme ve hatta kendi sınıflarına dair inançlarını yitirmiş” kesimleri “proto” ya da “post” sıfatlı bir faşizmin rüzgarına karşı açıkta bırakıvermişti.
Brezilya’ya has bir istisnayla karşı karşıya değiliz. Bolsonaro gibi Salvini veya Trump da agresif bir sağcılığın aşırılıkçı bir versiyonunu utanıp sıkılmadan savunarak muzaffer oldular. Neoliberal devrin siyaset guruları haline gelmiş iletişimcilerin tavsiyelerinin aksine ne söylemlerini ideolojisizleştirdiler ne de merkeze oynama adına programatik deklarasyonlarında ıskontoya gidip mutedilleştiler. Solda ise dünün İtalyan Komünist Partisi’nden bugünün PT ve Syriza’sına ideolojik-politik referanslarını muğlaklaştırma, “yönetebilir” olduğunu ispat etmek adına “saygın” bir görünüm edinme ve merkeze yerleşmek için kendi kendini deradikalize etme eğilimi genelleşip kural haline geldi. Sonuç ortada. Sağ daha da sağcılaşıp radikalleşirken sol kendi kendini ketleyip ılımlaştırarak anlamlı bir siyasal referans olmaktan çıkıyor.
Mevcut durum, Nanni Moretti’nin otobiyografik “Aprile” filminden bir sahneyi hatırlatıyor. “Kahramanımız” kanepesine kurulmuş televizyonda bir tartışma programı izlemektedir. Bugünkü “sağ popülist” dalganın “atası” sayılabilecek Berlusconi konuşmakta ve merkez sol lider D’Alema, Berlusconi’ye bir türlü cevap yetiştirememektedir (o “merkez solun” ne menem sol olduğu ayrı konu). Berlusconi konuştukça konuşmakta, rakibi ise gevelemekten öteye gidememektedir. Moretti dayanamaz ve televizyon karşısında D’Alema’ya haykırmaya başlar: “Sol bir şey söyle. Solcu bir şeyler söyle be, bir şey söyle, tepki ver!”
Kendi siyasal ufkunu sınırlamak bahsinde iğneyi kendimize batırarak bitirelim: Gezi’nin radikal potansiyellerini, o büyük kabarıştan birkaç ay geçmeden parlamenter seçeneklere işaret ederek törpüleyen, hareketi bir “hükümet karşıtı” protestoya indirgeyip onu sistem içi aktörlerin kollarına bırakan, onu şu bizdeki “mahalle siyasetinin” sınırları içine tıkan “bizim” solun önemli bir bölümü değil midir?