1989 karşı devriminin ardından komünist hareketin bittiği, solun anlatacak hikâyesinin kalmadığı, hatta tarihin sonunun geldiği iddia ediliyordu. Bu efsane bugün de geniş kesimleri etkiliyor ve aynı zamanda sosyalizm fikriyatına sahip olanlar arasında içsel savunmaya teslim olanların sayısını sabit tutuyor. Kapitalizmin yenilmez olmadığı, emek sömürüsünün yaşamın her alanını belirlediği bilimsel olarak ve pratikte her gün kanıtlanmasına rağmen, verili koşulların değiştirilemez olduğuna inanılıyor.
Efsaneye dayalı içsel savunma ve değiştirilemez inancı ise kimlik politikaları ile taraftar toplamayı sınıf mücadelesinin önüne koyma yanlışını doğuruyor. Diğer taraftan bu yanlışa başka bir yanlışla, yani “sınıf, sınıf” diyerek demokratik görevlerden kaçma ile karşılık veriliyor. Halbuki kimliklerin eşitliğini sağlamak için verilen demokratik mücadele ile kadim düşman sermayeye karşı verilen sınıf mücadelesi asla birbirlerini yadsımıyor, dahası birbirlerini tamamlıyor. Kaldı ki demokrat olmak, hukukun üstünlüğünü ve eşitliği savunmak için mutlaka komünist olunması gerekmiyor. Ama demokrat olmadan da komünist olunamıyor.
İçsel savunma ve değiştirilemez inancı gözlüğünden tekil çıkarlara yoğunlaşıldığında, dünya çapındaki gelişmelerin birbirleriyle olan bağlantıları ve bunların arka planı görülemiyor. Dogmatik noktadan genele bakanlar ise, özelde ulusların ezilmesi ve kimlikler üzerindeki baskıların, genelin, yani kapitalist sömürü ve emperyalist yayılmacılığın gereği ve sonucu olduğunu göremiyorlar. Nihâyetinde iki taraf da bu yanlışlıkları içerisinde egemen sınıfların saldırganlıklarının güçlü olmalarından değil, zayıf ve savunma pozisyonunda olmalarından kaynaklandığını algılayamıyorlar.
Dünyaya yüzeysel bir bakış dahi gerek Türkiye’deki gerekse de Batılı egemen güçlerin çoklu kriz ortamının yarattığı devasa meydan okumalar karşısında baygınlık geçirdiklerini ve giderek paniğe kapıldıklarını görmemizi sağlar. Askeri, mali, idari tüm güç ellerinde olmasına rağmen, en ufak muhalif sese tahammül edemiyor, devlet şiddetinin en ağırıyla yanıt vermek istiyorlar. Bu, paniğe kapıldıklarının ve egemenliği kaybedecekleri korkusunun kanıtıdır.
Ancak bu, siyasi ve ekonomik açıdan, içerde ve dışarıda sıkıştırılan egemenlerin, özellikle Batılı emperyalist güçlerin egemenliklerinin devamı için her türlü araca başvurmayacakları anlamına gelmez. Tam aksine, sermaye ne zaman savunma pozisyonuna itilse, her zaman elindeki en önemli kartı, savaş kartını oyuna sokar. Gerek AKP-Saray-Rejimi’nin artan saldırganlığı gerekse de transatlantik emperyalist ittifakın kılıçları kuşanması bunun göstergesidir.
Peki, bu gerçeklerden bizler ne çıkartmalıyız? En başta elimizi kolumuzu bağlayan kötümserlikten kurtulmalı, örgütlenmeli, direniş ocaklarını harlayarak aralarında köprüler kurmalı, sosyalizmin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünyanın olanaklı olduğuna dair inancımızı pekiştirmeliyiz. Sermaye bizler olmasak da ensesinde her zaman sosyalizmin nefesini hisseder. Bu hissiyatı artıracak basireti göstermemek için tek bir neden yok. Yeter ki uyanık ve iyimser olabilelim…