HDP’nin Demokrasi Yürüyüşü’nün önemine dikkat çeken Hatip Dicle: Türkiye’de demokrasi mücadelesinde ana muhalefet gücü olarak HDP direndikçe; Baroların Ankara’ya yürüyüşleri gibi, yeni sokak hamleleri ile doğru mücadele hattına yerleşilecektir
İhsan Polat / İstanbul
Türkiye’de toplum bir yandan virüs salgınıyla mücadele ederken, iktidar ise anti-demokratik uygulamaları ve savaş politikalarını derinleştirerek sürdürüyor. Ana muhalefet partisindeki sessizlik sürerken, HDP “Demokrasi Yürüyüşü” ile önemli bir hamle yaptı. İktidar ise hem Federe Kürdistan Bölgesi’ne hem de Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik operasyonlarını artırdı. Bu önemli süreci deneyimli siyasetçi Hadip Dicle gazetemize değerlendirdi.
- İktidarın Kürtlere yönelik saldırıları kesintisiz sürüyor. Önce HDP’li iki ismin milletvekillikleri düşürülüp cezaevine gönderildi. Bundan kısa bir süre sonra da Maxmur, Şengal ve Kandil’e kapsamlı hava saldırısı gerçekleştirildi. Heftanin’e de karadan girilmeye çalışıldı. İktidar neyi amaçlıyor, amaçladığı hedefi gerçekleştirebilir mi ?
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yönetimi olan İttihat ve Terakki Hareketi’nin “Hıristiyan halkları fiziki soykırımdan; başta Kürt halkı olmak üzere Müslüman halkları da asimile edip kültürel soykırımla Türkleştirmek” siyasetini devraldı. Yüzyılı aşkın bir süredir de bu temel stratejik hedefi ısrarla yürürlükte tuttu.
Şark Islahat Planı, kaynağını bu zihniyetten aldı. Hatta 2014 yılında Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nca hazırlanıp, 30 Ekim 2014 günü yapılan MGK toplantısında kabul edilerek yürürlüğe konulan “Çökertme Planı” da, özünü bu zihniyet ve ruhtan devşirdi. Beş yıldır da bu plan, Kürt halkına ve Özgürlük Hareketine karşı topyekûn bir saldırı konsepti eşliğinde, kesintisiz uygulamaya konuldu.
Türk devleti bu süre içinde, Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’da oluşan dengelerini fırsata çevirerek, Kürdistan’ın tüm parçalarında ve hatta Osmanlı’nın eski topraklarında Turan hayalleriyle bir savaş yürütmektedir. Soruda sözünü ettiğiniz, tüm bu siyasi ve askeri saldırılar, işte bu konseptin pratikteki hamleleridir. Amaçları ise, Ortadoğu’nun hegemon güçlerce yeniden dizayn edildiği bu süreçte, Kürtlerin siyasi statü kazanmasını önleyerek, kendi deyimleriyle “köklerini kazımaktır.” Üstelik bu hedefle de sadece Kürdistan’ın tüm parçalarında değil; Irak, Suriye ve Libya’da, DAİŞ ve İhvan-ı Müslimin ile kol kola bir sömürge savaşını icra etmektedir. Ancak yüz yıl evvel öncülleri olan İttihat Terakki Hareketi, “Kızıl Elma” hayalleriyle çıktıkları seferde nasıl tarumar oldularsa; Sultan Erdoğan’ın da aynı akıbete uğrayacağı, her gün biraz daha netleşmektedir.
- Türkiye’nin Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonunda, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt Ulusal Birliği tartışmalarında önemli mesafe alınmışken, Bölgesel Hükümet’in AKP ile paralel hareket etmesi, nasıl sonuçlar doğurur?
Öncelikle sorunuz çerçevesinde, bir kaç tespite dikkat çekmek isterim:
Güney Kürdistan’da, bağımsız devlet ilanıyla ilgili referandum sürecinde, Erdoğan öncülüğündeki Türk devletinin, Kürt halkına karşı nasıl büyük bir düşmanlıkla hareket ettiği, hâlâ hafızalarımızda taptazedir. Asla unutulmamalıdır…
Türk Ordusu ve MİT’in Güney Kürdistan’da 20 civarında askeri ve istihbarat üssünün olduğu ve Özgürlük Hareketi’ne karşı bu üslerin her zaman aktif durumda bulunduğu, bir sır değildir.
Irak hava sahası, esas olarak ABD’nin hakimiyetindedir. ABD’nin izni olmadan Türk Savaş uçaklarının, Şengal, Maxmûr ve Kandil’e kadar Güney Kürdistan topraklarını bombalaması ve Kürtlere karşı SİHA’larla suikastlar düzenlemesi asla ve asla mümkün değildir.
Güney Kürdistan petrolleri ağırlıklı olarak boru hatlarıyla Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara sürülmektedir. Aynı zamanda Güney Kürdistan, Türk devleti açısından vazgeçilemez bir pazar alanıdır. Bu nedenle ekonomik açıdan da, Türk devletine bağımlılık, inkar götürmez bir realitedir.
Rojava’da PYNK ve ENKS arasındaki ulusal birlik çalışmaları sonucunda varılan anlaşmanın ilanından sonra, Türk devletinin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “PYD/YPG ile hareket eden herkes, bizim için meşru hedeftir” diyerek ENKS’yi tehdit etmiş ve tüm Kürtlere olan düşmanlığını, bir kez daha pervasızca kusmuştur.
Dikkat çekmek istediğim, sadece bu hususlar çerçevesinde bile, Güney Kürdistan yönetimine karşı birçok eleştiriyi ard arda sıralamak mümkündür. Ancak böyle bir süreçte olmadığımızı düşünüyorum. Bazen öyle hassas dönemler olur ki, Kürdistani örgütler birbirlerine karşı eleştiriyi bile (özellikle medya organları üzerinden) askıya almak zorunda kalabilirler. Zorunlu öneri ve eleştiriler ise deyim yerindeyse, dostların kulaklarına fısıldanmalıdır. Tam da böyle bir süreçten geçtiğimizi düşünmekteyim.
Zira düşman pusudadır ve en küçük çelişkileri bile büyüterek, Kürdistani güçler arasında çatışmayı körüklemeyi ve ulusal birliğin sağlanmasını önlemeyi kendisine ertelenemez bir görev alanı, hatta bir beka sorunu olarak kabul etmektedir. Bu konuda Türk devletinin, “Bizans oyunlarında” çok usta olduğunu, özellikle bu hususun Kürt tarihinin bugün de ders alınması gereken sayfalarına kazındığını akıldan bir an için olsa bile, çıkarmamak gerekir.
- Kuzey Suriye’de Kürt partileri ile ENKS arasında anlaşma sağlandığı açıklandı. Bu ulusal birlik çalışmalarına nasıl yansır ?
20 Mayıs 2020 tarihinde, Kuzey ve Doğu Suriye’de, aralarında PYD’nin de olduğu 25 Kürt Siyasi Hareketi ve Partisi, “Kürt Ulusal Birliği Partileri (PYNK)” adlı, yeni bir yapının kuruluşunu ilan etti. Bu birliğin ENKS ile yaptığı ön anlaşma, Rojava’daki Kürt ulusal birliği açısından tarihi bir adım oldu. Görüşmeler sırasında 2014- Dohuk Anlaşması temel alındı. İdare, yönetim, savunma ve güvenlik konularında mutabakat sağlandı. Şüphesiz ki bu tarihi adım, Nihai Anlaşma konusunda sağlam bir zemin oluşturdu.
Bu gurur verici adımın ilanı, Kürt halkı ve siyasi güçleri arasında memnuniyet yaratırken; beklendiği üzere Türk devleti açısından, yeni saldırı ve tehditlere gerekçe yapıldı. Bu mutabakatın diğer Kürdistan parçalarında da ulusal birliğin sağlanmasında ve hatta Ulusal Kongre çalışmaları açısından da, önemli bir siyasi hamle olduğu, yarattığı sinerjiyle de açığa çıktı.
Belki de tek üzüntü verici ve düşündürücü yanı,1992’deki PDK-YNK Anlaşması’nda olduğu gibi, Kürtlerin kendi birliklerini, kendi inisiyatifleriyle oluşturmayı başarma yerine; ABD gibi uluslararası aktörlerin bu işbirliği içindeki katalizör rolleriydi. Umarım ki Kürtler, bundan sonraki ulusal birlik hamlelerindeki belirleyici çabalarıyla, bu handikapı aşıp çok önemli bir politik olgunluğa eriştiklerini, tüm dünyaya kanıtlayabileceklerdir.
Bu tarihi hamlenin ikinci başarısı ise, anlaşmanın pratik gerekleri yerine getirildikten sonra, Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yapılanmanın BM ve uluslararası güçler açısından da resmen tanınması olacaktır. Zaten Türk devletini asıl endişelendiren de, Rojava’nın siyasal bir statü kazanması ve bunun Suriye’nin demokratikleşmesi yolunda önemli bir sıçrama hamlesi olmasıdır.
- 25 yıl önce DEP Milletvekili olarak size yapılanlar, bugün HDP’li Milletvekillerine yapılıyor. Kürtlere demokratik siyasetin önünün kapatılmasının, nasıl bir sonucu olur?
Dünya çapındaki tüm özgürlük mücadeleleri pratiği, şu gerçeği kanıtlamıştır ki; devletler demokratik ve siyasi çalışmaların önünü zor yoluyla tıkadıkça, ezilenler son çare olarak devletin toplum üzerindeki şiddetine karşı, kendilerini meşruiyet sınırları içinde savunmak amacıyla, karşı-şiddeti geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bunun büyük toplumsal trajedilere yol açtığına, ama sonuçta halkların değil zorba devletlerin kaybettiğine, tarih sayısız kez tanıklık etmiştir.
Sonuçta haklıyız. Esas gücü haklılığımızdan alıyoruz. Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan’da da, tarihin bu şaşmaz hükmünün er geç gerçekleşeceğine olan inançla örgütlenmeli, en geniş birlikteliğimizi sağlamalı ve her türlü meşru mücadele yöntemiyle, diktatörlerin saltanatını başlarına yıkmalıyız… Mazlumların zalimler karşısında mutlaka kazanacağını gösteren somut ve tarihi bir örneği, ülkemizde de yaratmalıyız… Ve bu hattan, dünyanın diğer coğrafyalarındaki ezilenlere, zaferin manifestosunu ve devrimci selamlarımızı yollamalıyız!.. O gücümüz var, bunu başarabiliriz…
- Bu dönemde HDP önemli bir kampanya başlattı ve bu kampanyanın önemli bir ayağı olarak da Hakkari ve Edirne’den Ankara’ya yürüdü. Hükümet ve AKP yetkilileri yürüyüşü hedef alan açıklamalar yaptı. Buna rağmen yürüyüş yapıldı ve büyük bir ilgi de gördü. HDP’nin bu kampanyasının nasıl okumak gerekir?
2014 yılında Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine karşı başlatılan “Çöktürme Planlı” harekatın bir diğer amacının da, Türk devlet mekanizmasının adım adım faşist bir eksende kurumlaştırılması olduğu artık netleşmiştir. 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinden sonra, 24 Temmuz 2015’te (Lozan Anlaşması’nın yıldönümü) Kürt halkına karşı soykırım savaşının başlatılması; aynı yıl 1 Kasım seçimlerinde AKP, MHP, Ergenekon iktidar bloğunun birlikte hükümet kurmaları; bu süreçten sonra Kürdistan şehirlerine karşı topyekûn bir saldırı startının verilmesi; 15 Temmuz 2016’daki kontrollü askeri darbe tezgahından sonra OHAL’in ilanı; 16 Nisan 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri ile “tek adam diktatörüğü”nün inşasında önemli siyasal değişimlerin gerçekleştirilmesi, faşizmin kurumlaştırılmasındaki önemli aşamalardır.
İçte zaten kısıtlı olan demokrasinin adım adım imhası ve paramiliter örgütlerin güçlendirilmesi; dışta ise Suriye, Irak ve Libya’daki yayılmacı askeri harekatlar ve nihayet DAİŞ zihniyetli terörist çetelerle derinleşen işbirliği, son beş yılın bir özeti gibidir. Gelinen noktada faşizm, adeta toplumda bir korku imparatorluğu kurmuştur. Ne var ki korku kadar cesaret de bulaşıcıdır.
Bu çerçevede düşünürsek, HDP’nin son günlerde “Darbeye karşı Demokrasi yürüyüşü’’ adıyla başlattığı siyasi hamle” nefes alamaz durumdaki topluma” adeta bir doping etkisi yaptı. Hiç şüphesiz ki faşizmin kaderini belirleyecek olan, bunca alt-üst oluştan sonra, seçim değil “sokak”tır. Faşizm sokakta kazanacak veya orada kaybedecektir. Unutmayalım ki son “Bekçiler Yasası” iktidarın sokağı tamamen ele geçirme hamlesidir. HDP’nin Hakkari ve Edirne’den Ankara’ya yürüyüşü ise “Sokak halkındır… Sokağı faşizme bırakmayacağız !..” atılımıdır.
Bu adımı bir başlangıç kabul edip, mahalle ve sokaklarda demokratik örgütlenmeyi geliştirmek ve aktif bir mücadele sürecini kararlılıkla ilmek ilmek örmek, faşizmi er geç çöküşe götürecek güçlü bir kaldıraçtır. Türkiye’de demokrasi mücadelesinde ana muhalefet gücü olarak HDP direndikçe; Baroların Ankara’ya yürüyüşleri gibi, yeni sokak hamleleri ile doğru mücadele hattına yerleşilecektir. Bu devrimci hattın, faşizmi er geç çökerteceğinden, asla kuşku duyulmamalıdır.
- Meclisin üçüncü partisi HDP’nin, Türkiye siyasetine etkisi tartışılırken ve anketler HDP’siz iktidarın oluşamayacağını gösterirken, bu kritik dönemde CHP’nin etkisiz kalması eleştiriliyor. Siz bu dönemde CHP’yi nasıl değerlendirirsiniz ?
CHP’nin bugününü değerlendirmek için, öncelikle kuruluşuna uzanmamız gerekmektedir. Bilindiği gibi CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal önderliğindeki kurucu partisidir. Yeni devletin örgütlenmesiyle birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yönetimi olan İttihat ve Terakki Hareketi’nin tekleştirici, inkarcı, imhacı ve asimilasyoncu zihniyetini devralmıştır. 1925 Şark Islahat Planı’nın ve planın gereği olarak gerçekleştirilen Kürdistan’daki katliamların düşünce babasıdır. 1930’lu yıllarda, Nazileri taklit ederek kafatası ölçümleri yaptıran Türk ırkçılığının fikir mimarıdır. Özetle belirtmek gerekirse, CHP öncü devlet partisi hüviyetini,1980 askeri darbesine kadar sürdürmüştür. Bu dönemi Birinci Cumhuriyet olarak adlandırmak da mümkündür.
1980 Darbesi ve 1982 Faşist Anayasası, Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecini başlatmıştır. Faşist Askeri Cunta, ABD ve NATO’nun “Yeşil Kuşak” projesine eklemlenmek amacıyla Türk-İslam sentezini, devlet resmi ideolojisi olarak belirlemiştir. Bugün ki AKP’nin oluşum tohumları da, işte o yıllarda atılmıştır. CHP nasıl ki Birinci Cumhuriyetin kurucu devlet partisi ise, AKP de 2000 yıllarından itibaren adım adım dönüştürülen devlet mekanizmasının, temel partisidir. Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’nin en az 50 yıl daha AKP’ye ihtiyacı vardır” sözü, Türk-İslam sentezli İkinci Cumhuriyetin kurucu partisi olduğunun ilanı gibidir.
CHP’nin bu sistemdeki yeri AKP’ye koltuk değneği olmak, kendisine çizilen sınırlar içinde, güya “muhalefet” rolünü oynamaktır. Parti içi ve parti dışı gerçek muhalefetin sisteme yönelik demokratik tepkilerini, gücü oranında sönümlemektir. Şüphesiz ki bu tutumuyla da, faşizme karşı aktif kitlesel mücadelenin yükselmesine engel konumdadır. Mesela milletvekili dokunulmazlıklarının anayasa değişikliğiyle kolaylaştırılmasına “Anayasa’ya aykırıdır; ama yine de ‘evet’ oyu vereceğiz !” diyerek, AKP-MHP’ye koltuk değneği olmaları, hâlâ hafızalarımızda taptazedir. Ya da “Sokağa çıkıp iktidara tepki koymak, provokasyona gelmektir…” gibi “incilerle” kitlelere pasifizmi önermek, ancak faşizmin iktidardaki ömrünü uzatmaya yaramaktadır. Kuşkusuz ki; bu tür örnekleri, daha da çoğaltmak mümkündür.
Tabii ki CHP tabanında ve hatta üst yönetim içinde, demokratik bir damar her zaman vardır. Ne var ki sonuçta parti yönetiminin politikaları, en özlü deyimle, parti içindeki Ergenekon zihniyetinin egemenliğini aşamamaktadır. Bu şartlarda demokratik muhalefet güçlerine düşen görev, CHP içinde ve tabanındaki, sözü edilen demokratik damarla ilişki, işbirliği ve ortaklaşmayı önemsemek ve güçlendirmektir.
- Bu dönemde tartışılan bir diğer önemli konu ise, ABD’den başlayan ve bir anda tüm dünyaya yayılan ırkçılık karşıtı gösteriler oldu. Bunun halkların mücadelesine, Türkiye’ye ve dünyaya yansıması nasıl olur ?
Özünde kapitalizmin krizinin bir sonucu olarak, tüm insanlığı tehdit eden coronavirüs pandemisi ortasında, ABD’de bir siyahın beyaz bir polis tarafından boğularak öldürülmesi, hem Amerika’da hem de tüm dünyada, ırkçılığa karşı kitlesel bir öfke dalgasının patlamasına yol açtı.
Bu protestoların “nefes alamıyoruz!..” sloganı etrafında yükseltilmesi, hem boğularak katledilen siyah George Floyd’u sembolize ediyor; hem de coronavirüsün akciğeri tahrip edip, kişiyi nefes alamaz konuma sürükleyerek ölümüne neden olmasındaki, ekolojik felakete dikkat çekiyordu.
Türkiye’de faşist iktidar bloğu, bu protesto dalgasını manipüle etmek için egemenliğindeki medya aracılığıyla , “Çok şükür Türkiye’de ırkçılık yok, siyahlar insani muamele görüyor!…” diyerek, Hitler’in Propoganda Bakanı Gobbels’e taş çıkartırcasına bir kampanya yürüttü. Oysa Türkiye’de, devlet zihniyetinden kaynaklanıp, Türkiye toplumuna da giderek dozajı artan bir şekilde bulaşan ciddi bir Irkçılık vardır.
- Herkesi etnik açıdan Türkleştirme veya Türk’ün diğer etnisitelerden “üstünlüğünü” vaaz etme ve uygulamada da bunu hakim kılma; Sünni İslam’ın haricindeki, Aleviler v.s inançları küçümseme ve aşağılama; Kürt müziğini dinlediği veya “Kürdüm” dediği için insanları katletme, Irkçılık değil de nedir?
Çok açık ki etnisite, inanç, renk ve cins açısından insanları eşit görmemek, bunlardan birine “üstünlük” atfetmek, kesinlikle koyu bir ırkçılıktır. Bu çarpık zihniyetle yüzleşmeyen hiç bir toplum, demokratik bir topluma evrilemez. Bu çürümüş zihniyetle hesaplaşamayan hiç bir devlet de, ırkçı yaftasını yemekten kurtulamaz. Bu nedenle ırkçılık problemi, Türkiye’de çok ciddi, siyasal ve sosyal bir sorundur. Sürekli kanayan toplumsal bir yaradır. İktidar bloku zihniyeti ve politikalarıyla, her gün bunu yeniden üretmekte ve toplum bilincini ırkçılıkla zehirlemeye ısrarla devam etmektedir. Bu durumun Türkiye ve Kürdistan toplumu için daha ciddi sosyal problemlere gebe olduğunu şimdiden öngörmek bir kehanet olarak algılanmamalıdır. Acil olan, bu zehri toplumumuza sürekli enjekte eden faşizmi, bir an önce çökertmek ve Türkiye’de demokratik cumhuriyetin yolunu döşemektir.