Pawel Pawlikowski’nin anne ve babasının fırtınalı ilişkisini sinemaya uyarladığı ‘Zimna Wojna’, Doğu Avrupa’nın 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki hallerini görsel şölenle anlatıyor
1 FİLM
1 YÖNETMEN
Çeviri: Tolga Er
Polonya’yı dolaşan ve yeniden diriltmeyi umduğu halk ezgilerini kayıt altına alan orkestra şefi ve müzikolog Wiktor (Tomasz Kot), köylerde ev ev geziyor, birbiri ardına seçmeler yapıyor. Wiktor’un karşısına ise bir gün Zula (Joanna Kulig) çıkıyor; şarkıyı kadife sesiyle olağanca güzel söylüyor ve sorulduğunda da yanıtlamaktan çekinmiyor: Kolayca dans da öğrenebilirim. İkili, böylelikle Soğuk Savaş’ın gölgesindeki kent ve ülkelere yayılacak 20 yıla yakın fırtınalı ilişkilerine ilk adımı atmış oluyor. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü getiren 2018 yapımı “Soğuk Savaş” veya Lehçe’deki adıyla “Zimna Wojna” (Cold War) filminin hikayesi, yönetmen Pawel Pawlikowski’nin anne ve babasının yaşadıklarından uyarlanmış. Karakterlerinin isminin dahi yönetmenin anne ve babasından alındığı filmde, 40 yıllık gerçek bir hikaye 88 dakikaya sığdırılıyor. Burada, kentler geçiyor, ancak ikilinin aşkı hiçbir zaman tam anlamıyla sönümlenmiyor; her seferinde yeni biçim ve şekiller alıyor. 1950 ile 60’ların tarihsel görüntüsünü bir tablo gibi kullanan yönetmen Pawlikowski, kaotik bir birlikteliğin tablosunu Soğuk Savaş’a taraf her iki bölgede resmediyor. Pawliowski, siyah beyaz yapımında, sanatı, aşkı ve müziği bir arada yaşatıyor, ahengin tezatından güç aldığını hatırlatıyor. Aşağıdaki söyleşide ise yönetmen Pawel Pawlikowski, ailesinden ilhamını aldığı filmin hikayesini aktarıyor ve sanata dönük bakış açısını anlatıyor.
Filmi annenizle babanıza adadınız. Nasıl tanıştıklarını ve aşık olduğu anlatabilir misiniz?
1949’da tatilde tanıştılar. Annem 17 yaşındaydı ve evden baleye doğru koşturuyordu. Babam tıp öğrencisiydi ama 10 yaş daha büyüktü. Aşık oldular ve babam çok geçmeden orduya gönderildi. Birbirlerini görmez oldular ve birbirlerine ihanet ettiler. Ardından bir araya gelip evlendiler. Sonra ben oldum, kavga ettiler, boşandılar. Babam Polonya’dan kaçtı. Annem Britanyalı bir adamla evlendi ve yanına beni alarak Londra’da yaşamaya gitti; ben 14 yaşındaydım. Sonra evlendiği bu adamı boşadı. Babam bu arada başka bir kadınla beraberdi ama o da boşandı. Sonra annemle babam tekrar bir araya geldi ve yurt dışında beraber yaşamaya başladılar. Sonra tekrar kavga etmeyi başardılar, tekrar ayrıldılar ve 40 yıllık bu karmaşanın ardından öldüler. Yani ilişkilerinin dinamikleri (filmdekine) benzerdi. Farklı olan şey, müziklerinin olmamasıydı, ancak onları da bir arada tutan bir oğul, yani sahip oldukları tek çocuk vardı. Duvar yıkılmadan hemen önce 1989 yılında öldüler. Yani Soğuk Savaş’ın sonunu hiç göremediler.
‘Soğuk Savaş’ı ilk gördüğümde beni etkileyen şey, farklı siyasi sistemlerin Zula ile Wiktor’u bir birey olarak nasıl şekillendirdiği ve aynı zamanda ilişkilerindeki kırılma anları ve değişimlerde bu sistemlerin nasıl bir faktör olduğuydu. Komünist rejim altında yaşamak birbirleriyle etkileşime girme biçimlerini gerçekten etkiliyor. Bu sanırım sizin açıkça tanık olduğunuz bir şey.
Ailemi farklı bağlamlarda gördüm. Ya bir anda yeni bir ülkede yaşıyorsanız ve dilini bilmiyorsanız? Daha az evinizde hissedersiniz. Daha az esprili, daha az seksisinizdir, çünkü bunlar için kendinize güvenmeniz gerekir. Bunu biraz tuhaf davranarak ve gayret göstererek veya kibirli olarak telafi edebilirsiniz. Hayatta tanık olunabilecek bu iki senaryoyu ben kendimden biliyorum. Zamanla değişirsiniz. Havanızın birazını kaybedersiniz. Ama gerçek bu. Onlar (Zula ve Wiktor) için Paris’te bir yaşamı tercih ettim, çünkü Paris dışarıya en kapalı burjuva ve eğitimli çevrenin bulunduğu yer. Herkes her şeyi görmüştür ve her şeyi okumuştur. Herkesin herkes hakkında bir fikri vardır. Şöyle derler; “Polonya? Polonya’yı biliyorum.” Yani Wiktor Paris’te hakikaten çok öfkelidir. Burası çok “üstün”dür. Bu salonlar sadece boğucudur, bir işkencedir. Bu onları biraz değiştirir. Ama aynı zamanda ilişkilerini de değiştirir, çünkü Zula birden bire ona duyduğu saygıyı kaybeder. O (Wiktor) Polonya’da gizemlidir, bir yabancıdır, bir otoritedir, belki bir dahidir. Paris’te ise film/albüm yapımcısı adama yağcılık yapar ve şarkının sözlerini değiştirir. Orada olmak zorunda olmaktan dolayı güceneceği her türlü şey var. Çoğu yaşamın aşamaları vardır, fakat onlarınki çok dramatik bir yaşam.
Filmin en çarpıcı unsurlarından biri, çifti hiçbir zaman mutlu görmememiz. Bu durum aşk ve arzunun doğasındaki hakikat açısından neye işaret ediyor?
Ailemden aldığım ilhamın devreye girdiği yer işte burası, çünkü böyle bir ilişkileri vardı. Asla tam olarak mutlu değildiler ama yine de onlar birbirlerinin hayatındaki kadın ve erkekti. Nihayetinde bir araya geldiklerinde kavga edemeyecek kadar yorgundular; onlar en güzel çiftti. Dünyanın değiştiğinin farkına varabileceğiniz bir an vardır. Çocuklarınız büyür, ülkeden ülkeye taşınırsınız falan filan. Ama sizi tanıyan ve sizin için orada olan başka bir kişi vardır ve bu kişi tektir. Diğer manyetik kutup. Bu ilginç ve güzel bir şey. Bazen bir şey aşk gibi görünmüyor ama nihayetinde şöyle düşünüyorsunuz: “Tamam, bu aslında aşktı.” Ama bugünün dünyasında bu türden bir şey, nispeten düşünülemez. Çiftler birbirlerinden uzak çok zaman geçirdiğinde bir şeyler olur. Hayal gücünde daha da var olursunuz. Tamamıyla gerçek olmayan şeyler hayal edersiniz. Yeniden buluştuğunuzda ise, “O aradığım erkek veya kız değil. Sadece bir baş belası” dersiniz. Yine de bir geçmişiniz vardır. Bu en kilit şey; bir geçmişe sahip olmak. İnişli çıkışlı ilişkiye sahip olduğunuz bazı arkadaşlarınız gibidir; onlarla da bir geçmişiniz vardır. Onlara güvenirsiniz. Onların felaket olduklarını bilirsiniz, ancak her şeyin değişmekte olduğu, her şeyin çoktan seçmeli olduğu bir dünyada biriyle geçmişiniz olması çok mühim bir şeydir.
Peki bugünün Polonyası’ndaki genel durum nasıl?
Neyse ki totaliter bir durumda yaşadığımız o noktaya henüz gelmedik. Hükümet bazı şeylere destek sunabilir, fakat sansüre başvuramaz. Yine de birkaç seçim sonrasını kim bilebilir? Bu arada Polonya’da, liberal kent sakinleri için kötü sonuçlanmayan bir seçim geçirdik, yine de basit bir hikaye anlatımı için sanata ve hayal gücü özgürlüğüne yönelik baskı had safhada. Polonya’da insanlar, ülkemizin tarihini aslında mağdur olduğumuz ve her zaman olayların haklı tarafında yer almaya çalıştığımız yönünde çok basit bir anlatıya indirgemek istiyor. Eserlerimde göstermeye çalıştığım şey bunun tersi değil, daha çok, önceden tartıştığımız üzere yaşamın ne kadar karmaşık ve paradoksal olabileceği. İnanılmaz derecede basite indirgenmiş ve tüm ölçütlerin ötesindeki politik doğrucu solcu anlatılar dahil olmak üzere, bu basite indirgenmiş anlatılara karşı çıkabilme kabiliyetine sahip olmayı istiyorum.
Temel olarak ideolojik olarak düşünmeden Çehov ve Shakespeare’in o dönemki harika eserlerinde olduğu gibi sezgisel olarak yalnızca yaşamdaki hakikati düşündüğünüz keşfedici sanattaki bu özgürlüğü korumaya çalışıyorum. Bu serbest bölgeyi sürdürmek zorundayız ve bu yalnızca ideolojik baskılar nedeniyle değil, aynı zamanda sizi güzellikler ve kötülüklerle dolu basit ve ahlaki masallar anlatmaya zorlayan ve herkesin bir tür kuklaya indirgendiği ticari baskılar nedeniyle de zor. Seçimler bu zorluğu değiştirmeyecek. Sonuncusu bize yalnızca biraz nefes alınabilecek bir alan açtı, fakat durum hiçbir yerde farklı değil. Burada, ABD’de de durumun daha iyi olduğundan şüpheliyim. Daha iyi kurumlarınız var, fakat nereye giderseniz gidin içinde bulunduğumuz zaman sıkıntılı bir dönem. Sanatın bir yandan karakterlerin, olayların ve dünyanın kendisinin karmaşıklığını ve paradoksal doğasını göstermesi amaçlanırken, zamansız ve aşkın olana dikkat çekmesi gerekmekte; bu da devlet sponsorlu hikaye değildir. Bundan çok daha önemli bir şeydir ve bu belirli bir ulus veya etnik grupla ilişkilendirilemez. Sanat evrensel olan bir şeye dokunmalı.
Matthew Delman, Alissa Wilkinson ve Emily Buder ve Matt Fagerholm’un sırasıyla Hammer To Nail, Vox, No Film School ve Roger Ebert’te yayınlanan röportajlarından Türkçeleştirilmiştir.