Puslu anılardan kalma uğultularla karıştırıyor. Üstünden çok zaman geçtiğini sandığından belki de. Halbuki sesi gelecekten dönen bir yankı gibi: “Böyle bir şehir ölmez” diyordu. Siyah dumanlar yükseliyordu, boğuluyor ve çığlıklar duyulmuyordu. Ölürdü, tam da böylesi şehirler ölürdü, hepimiz bilirdik bunu. Canlı, içi coşku taşkını varsaydığı, ölmez dediği şehir çoktan ölmüştü. Ve o yok olanı görmüyor, dirilen ve serpilen bir bahar, güneş vurduğunda göğe, rüzgâr okşadığında toprağa tapan yeşil buğdayların yağmur inancıyla, gizemler giyinmiş yaşamlar genişliğince gülümsüyor, ölü bir şehri bir başka dünyanın gözleriyle süzüyordu. Geç anlamak iyiydi, hiç anlamamak en iyisiydi.
Ama işte ellerimiz bedenimiz boyunca sarkık ve güçsüz düşüyor. Bir yaprak havalanıyor, kırlangıçlar eğiliyor, uzakta, yabancı toplar iki büklüm bir şehri vuruyor, bir hançer çok ağrımış bir kalbi seçiyor. Çözülen kan, gevşeyen parmaklar. Kendini savunmak için hiçbir şey yapmıyor. Gözlerindeki ateş sönmüş. Rüzgâr esini, hayalini kurduğu şiir sesini yitirmiş. Son nefesini veriyor, kumru ölüsü rengi bürünmüş bulutlar inliyor ve gece oluyor. Karanlık bizi birbirimize bağlıyor. Artık ne yolu görebiliyoruz, ne de gece kuşlarının çığlıklarından başka bir şey işitiyoruz. Ve çocuk alnını cama dayamış, onun yazgısına onsuz karar verilmiş, anımsamıyor. Ama düşünüyor, çünkü nasıl düşünemeyeceğini henüz bilmiyor. Düşünmekten, zamanda ve düşte kımıltısız kalmaktan, alnını bir pencereye dayamaktan, karanlık ve bomboş bir yolu kollamaktan başka yapacak şey kalmamış gibi bakıyor.
Bir şehir ne zaman ölür hiç bilmiyor. Yüzyıllar boyu aynı pencereden aynı gökyüzünü bıkmadan izlemek nasıl bir şey hiç söylemiyor. Gün ve gece, ışık ve karanlık aynı ufuktan doğuyor, aynı derinlikte can veriyor. Uzuvları kopmuş bir ceset, az ötede ise dişleri dökük yaşlı bir ağız gibi üzerimize eğilmiş surların dibinde aynı siyah taşları hangi tarihten bu yana sayarak yürüdüğümüzü hatırlamıyor. Bazen hatırlamamak iyiydi, hatta hepten unutmak en iyisiydi. Ama kalp çarpıyor, bir düş ötekini, bir ayak diğerini izliyor ve yolların sonu hiç gelmiyor. Ne zamandan beri konuşuyor, ne zamandan beri susuyoruz? Günler ya da asırlardan beri mi, salgınlar ve kıtlıklar boyu mu? Yağmur damlalarının cama vurup düşmesi gibi yüzler dağılıp geçiyor, ama hep aynı ölçülü sesler, yanlış bir geçmişten sıkışık bir geleceğe dikili aynı gözler, devreden aynı mülksüz sözler. İlkbahar güneşi camın ardındaki kımıltısız yüze altın sarısı bir renk serpiyor ve oradan bir bakışından ötekine sıçrayıp duran zihnindeki bir resim üzerinde donup kalıyor. Şehrin bitmeyen ölümüyüz, bu anı çok önceden aynen yaşamışız duygusu peşimizi bırakmıyor. Bir yıl önce mi, yüzyıl önce mi, zamanın başlangıcından beri mi? Durmadan susuyoruz, durmadan yakarıyoruz: Bu koku hiç mi geçmez, bu korku hiç mi dinmez, yaşam diye ısırmış, haz diye diş geçirmiş bu acı ceset tadı hiç mi değişmez?
Alnı, dayandığı camdan da saydam. Göz kapaklarını yurt bilmiş buzullarla yaşıt bir ışık kırılıp buğulu gözbebeklerine tünemiş. Toprak mezarlarından fırlar gibi dar sokaklardan sendeleyerek çıkanlara bakıyor ve “böyle bir şehir ölmez” diyordu. Yeryüzünün göğe yakarışı olan akasyaların gözyaşları, yaprakların delik deşik gölgeleri, kuşların titrek şarkıları, hiçbir şeyi tutamayan ırmağın sessizliğe gevşeyen kolları, güneş serpintisi yağmurun serin parıltıları, geceyi özleyen vadinin iç çekişleri, ezilmemek için önce gelincikleri kurban veren uçsuz bucaksız yeşilliklerin inleyişleri. Ölürdü, asıl böyle şehirler ölürdü diğerlerinden çok önce. Arada bir susmak iyiydi, hiç konuşmamak ise en iyisiydi. Ama kan bu, yüreğe varmak ister. Durduramıyoruz, o yüzden aynı anda izliyor, aynı anda görmüyoruz. Taş dilsizliği sokaklardan taş zeminli meydana çıkanlar taş kesiliyor. Parlayan bu heykellerin güzel olduğunu söyleyebiliriz, ilgisizliğinin dökümüne, kıvrımlarının soğukluğuna dikildikleri bu yerlerde yüzyıllar boyu kımıltısız kalacaklarını da biliyoruz. Etten ve kandan heykellerin, mezarların, mabetlerin, konak ve sarayların önünden bakmadan geçiyoruz. Güneşli günlerde sahip olamadığımız şeylerin uzak güzelliği, tadı var hepsinde. Ama savaşlar, şölenler, isyanlar ve salgınlar arasında kıpırdamadan duran, kemikler ve kayalar üzerinde yükselen bu şehir, bu surlar kime ve neye yarıyordu, hiç aldırmadan yürüyorduk. Bastığımız yerde duyduğumuz ölü bir kentin atmayan kalbi, sönmüş kanı, akmayan ruhunun pıhtılı kalıntıları. Güzel bir sabah, güzel bir öğle, karanlık bulutlarıyla yıldızsız güzel bir gece. Ama alnını cama dayamış çocukla aynı yere bakıyoruz. Yüzyıllardan beri hep aynı şeyi görmekten bıkıp usanmadan öylece bakıp duruyoruz, uyku ve yorgunluk nedir bilmeden bir duvarın içinden, soğuk taşların içinden…