Dünya açlık, yoksulluk ve çok yeme sorunlarıyla boğuşuyor. Bu üstü örtülemez bir gerçeklik artık.
FAO, her yıl kuruluş tarihi olan 16 Ekim ile ilgili bir tema belirliyor. Belirlenen bu tema çerçevesinde “Dünya Gıda Günü” bütün dünyada kutlanıyor.
Yılda bir kez, Dünya Gıda Günü vesilesiyle gıda üretimi, tüketimi ve gıda güvencesine ilişkin konular gündeme taşınıyor.
13 Ekim günü Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin Dünya Gıda Günü kutlamaları çerçevesindeki düzenlediği sempozyuma katıldım. Sempozyum, çok verimli geçti. Mustafa Sönmez, Aziz Konukman, Bülent Şık diğer konuşmacı arkadaşlarımdı. Kendilerinden çok şey öğrendim. Beslendim.
Dünya Gıda kutlamalarında gıda ve açlıkla ile ilgili yine birçok rakam uçuşturuldu: “Açlık sayısı şu kadar.” “Gizli açlık yaşayan bu kadar.” “Bu kadar, çok kilolu, şu kadar obez var” dendi çokça!
Dile getirilen rakamların her biri, milyarın ya hemen altı, ya da biraz üstüydü. Yani rakamlar ürkütücü boyutta ve üstelik azalmıyor, artıyor!
İşin acı yanı, açlık sorunuyla baş etmek için çaba içinde olanlar, sorunu yaşayanlar sadece.
Sorunu çözmekle yükümlü olan hükümetler, sorunu çıkaran\nedeni olan tarım ve gıda şirketleriyle can ciğer kuzu sarması!
Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) yetkililerini de dikkatle dinledim. Gıda ve yoksulluk konusunda farkındalık yaratması gereken FAO, çözümü sivil toplum kuruluşu, şirket ve çiftçi üçgeninde arıyor. Bunlar birbirlerini destekleyen omuzdaşlar ve mühür sahibi siyasi erkler değiller ki.
FAO yetkilisi, konuşmasında sözlerini şirketler ve onların teknolojilerine bel bağlamanın gerekliliği üzerine kurdu ve FAO’nun sloganı olan, “2030 yılında sıfır açlık” umudunu koruduğunu söyleyerek sözlerini sonlandırdı. Umutvar olmak elbette güzel. Olunmalı da. Ancak aşılması, çözülmesi gereken bir takım gerçekler de var.
FAO yetkilisi konuşmasında küçük aile çiftçiliğini neredeyse sorunun odak noktası olarak tanımladı. Yanlış mı anladım diye düşündüm, fakat benim konuşmam bittiğinde bana yöneltilen sorulardan FAO adına konuşan konuşmacının bu tutumu soruldu bana. Yanlış anlamadığımı, ne yazık ki duyduklarımın doğru olduğuna o zaman ikna oldum. Bu yaklaşım, umutları silen hatta sorunu kördüğümleştirici.
Uzun sözün kısası farkın fevkine varalım. Üreticiler ve tüketiciler, büyük tarım ve gıda şirketlerini destekleyen hükmetlere ve farkındalık yaratmakla yükümlü FAO’nun çözümsüzlük “çözümlerine” mahkum kılınmış durumda.
Bu yüzden; insanı aç, hayvanı aç, toprağı aç bırakılmış bir Türkiye var elimizde. Bunu bilelim. Bu nedenle gıda günü kutlamak yerine Gıda Egemenliği için çabalamamız sadece gerekli değil önemli. Ancak o zaman açlık ve yoksulluktan uzaklaşabiliriz.
Nasıl derseniz? Üreticiler ve tüketicilere dayatılan açlık ve yoksulluk çemberinin kırılması küçük aile çiftçiliğinin varolabilmesine bağlı. Çember, tüketicilerin küçük aile çiftçiliği yapan köylülerin sağlıklı ürünlerini tercih etmesiyle parçalanabilir.
Yani zincirin en son halkası, sofra kuranlar (tüketiciler) tercihlerini küçük aile çiftçiliği yapan köylülerin ürettiği üründen yana kullanır ve elini ilk halkaya (köylüye) uzatır ve sıkı sarılırsa, aradaki aracılar kalkar. Bunun araçları elbette kadim yerel pazarlar, üretici ve tüketici kooperatifleri ile gıda toplulukları. Bu yapılanmalarda kalabalıklaşılırsa üretici ve satın alıcılar yeterli, sağlıklı ürünlerle aracısız, doğrudan buluşur.
Buna dünyanın her tarafında “Gıda Egemenliği” deniyor. Ne üreteceğine, ne kadar üreteceğine, nasıl üreteceğine ve kimin için üreteceğine karar verme hakkı olan “Gıda Egemenliği” sadece çiftçi için gerekli değil. Açlık ve yoksulluk üreten sistemi değiştirmek isteyen herkes için önemli bir maniveladır.
Not: Çiftçi kadınların, “15 EKİM DÜNYA ÇİFTÇİ Gününü”nü kutluyorum.