Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin nasıl bir yönetim tarzına denk düştüğü konusunun, son zamanlarda sosyal medyada muhalefet vekillerine yöneltilen eleştiriler çerçevesinde yeniden gündeme gelmesinde yarar var. Çünkü anlaşılan ülkede var olan “parlamenter demokrasi” rejiminde yapılan değişikliklerin aslında neye tekabül ettiği, bildik kavramlar arkasında kaldığından pek de görülemiyor. Kimileri sanki ortada bir “parlamenter demokrasi” varmış gibi düşünmeyi, ağır aksak da olsa siyasetin “Meclis’te” yapıldığı günleri düşünerek tutum almaya devam ediyor. Böyle düşünmelerin sebebi belki de eski ile yeni arasında varolan kurumlarda pek bir değişiklik olmadığı algısı. Çünkü bugün bu sistemde eski sistemde varolan bütün kurumların hepsi var. Cumhurbaşkanı mı? Var. Meclis mi? Var. Hükümet mi? Bakanlar mı? Yargıtay mı? Var, Danıştay mı, Anayasa Mahkemesi mi? Var. Var oğlu var! Hepsi orada Ankara’dalar!
Ama sevgili okuyucu aslında bu kurumların hemen hepsi, rahmetli ünlü sosyolog Ulrich Beck’in kullandığı kavramla ifade edecek olursak “zombi kurumlar”. Yani hem varlar, hem de yoklar! Ölmüşler ama ölmemiş gibi duruyorlar. İçlerinde herhangi bir hayatiyet kalmamış, yalnızca görüntüleri durmakta. Gerçek bu!
Bu sistemde tek var olan, klişe haline gelmiş olsa da yine de kullanalım, “Tek adam”! Bugün Türkiye’yi bu “tek adam” yönetiyor. Tabii ki aklınıza, ortada bir tek kişi, ülkede her ne oluyorsa o biliyor ve gerekli tedbirleri o alıyor gibi bir sahne gelmesin. Ama ülkede her ne oluyorsa ona iletiliyor ve o bu konularla ilgili iradesini etrafındaki küçük bir azınlığa yansıtarak ülkeyi yönetiyor.
Oysa toplumlar farklı durum ve çıkarları olan insanlardan oluşur ve siyaset yapmak dediğimiz eylem de onların aralarındaki farklılıkların ortak bir iradeye dönüşmesi için yapılır. Yani siyaset, farklı çıkarlar arasındaki uyumsuzlukları taraflar arasında kabul edilebilir bir hale getirmek için, bir başka deyişle çelişkiler arasında “uzlaşmalar” üretebilmek için yapılan bir eylemdir. Bu nedenle de siyasetin bir “ikna etme sanatı” olduğunu söylemek bile mümkündür.
Çağımızda “temsili demokrasiler” işte böyle bir mekanizma üzerinden çalışıyorlar. Toplumdaki farklı çıkarlar, farklı partilerde örgütlenerek, farklı partilerin “vekilleri”nden geçerek parlamentoda vücut buluyorlar. Parlamento ise siyasetin yapıldığı, bir başka ifadeyle, çıkarlar arasında var olan çelişkileri çözdüğü ya da çözmeye çalıştığı bir mekan. Kimi zaman “uzlaşma”, kimi zaman “taviz”lerle farklı ve çelişik talepler arasında ortak bir çözümün arandığı bir zemin.
Peki bu basit çerçeveden baktığımızda bizim parlamentomuzun da böyle çalıştığını söylememiz mümkün müdür?
Bin defa hayır!
Her ne kadar bugün Meclis’te bulunan vekiller siyaset yapmak üzere seçilmiş insanlar olsalar da (yukarıda ifade ettiğim anlamıyla) böyle bir eylem içinde değiller. Çünkü Erdoğan, siyaseti Meclis’ten kaçırıp tümüyle kendi eline almış ve küçük bir azınlık vasıtasıyla da saraydan yürütmekte. Siyaseti Meclis’ten kaçırmasını ise, yalnızca muhalefet partilerinden değil kendi partisinden de anlamına kullanıyorum. Bir başka ifadeyle tek adamın kendi partisinin milletvekillerine de Meclis’e de ihtiyacı yok aslında. Ama şimdilik bu “tek adam” yönetiminin aslında bir diktatörlük gibi algılanmasını istemediğinden zombi mombi de olsa Meclis’in varlığı devam ediyor.
Muhalefete eleştirileri olanların var olan bu rejimi bu çıplaklığıyla görüp ona göre eleştirilerini yapmalarında yarar var. Tabii her zaman şu değiştirici olabilir: Muhalefet partileri birlikte davranarak tavır alabilseler bu Cumhurbaşkanlığı rejimini değiştirebilirler. Ama siyasi alanın bu kadar daraltıldığı ve kirletildiği bir dönemde bunu yapabilmek mümkün müdür? Ya da mümkünse nasıl? Herkesin kendine sorması gereken soru bence bu.