Türkiye tarihinde bundan daha hızlı unutulan, unutturulan bir felaket var mıdır bilmiyorum. Çorlu tren katliamından söz ediyorum. Öyle çok çok uzak zamanlarda filan değil, 3-4 ay önce olmuştu, daha dün sayılır, 8 Temmuz’da! Dönüp bakın şimdi gazete arşivlerine, Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğünün, bu siyasal iktidarın nasıl varlığını sürdürebildiğinin kodlarını da çözmüş olursunuz.
Çok kısa geçiyorum: İkinci gün; yani 9 Temmuz, bütün gazeteler yarım yamalak filan görmüş, eh normal. Hatta Binali o gün köprüde birini intihardan mı vazgeçirmiş ne, işte onlar filan… Üçüncü gün; 10 Temmuz, ah ah ah, o gün Erdoğan’ın tahta çıkma töreniydi, halılar, gül yaprakları, konuşmalar… Kimin aklına gelir o hangame sırasında Oğuz Arda Sel? Hani 9 yaşındaydı ya, o çocuk işte… Dördüncü gün, 11 Temmuz, süper bir gün! Bütün gazetelerde tuhaf, iç içe yuvarlaklardan oluşan kocaman bir şekil var: Cumhurbaşkanlığı devlet sistemi! Herkes onu çözmeye çalışıyor! Beşinci gün, 12 Temmuz, yaşasııın, Adnan Hoca operasyonu! ‘Kedicikler’, köşkler… Altıncı gün; 13 Temmuz, Binali başkan AKP şampiyon! Meclis başkanı seçimleri filan işte canım… Yedinci gün; 14 Temmuz, bedelli askerlik tartışması, olurdu olmazdı, vıdı vıdı… Sekizinci günü anlatmaya gerek var mı? 15 Temmuz! Lütfen yani! Koca bir ‘demokrasi bayramı’ sırasında, Trakya’daki küçük bir kazanın ne önemi olabilir ki?
Şu 8 güne bir bakın Allah aşkına! Göreceğiniz şey, AKP’nin siyaset yapma biçimidir. Gündem gündem üstüne, katman katman üstüne yığılıyor ve altta kalanın… Eh, onların canı zaten çıkmış bile! Üstüne muhalefetin aymazlığını, hantallığını da koyun, bu ülkenin nasıl yönetildiğini görürsünüz. Bir hatırlayın mesela, CHP’nin o günkü sözcüsü ne demişti. “Meseleyi siyasal tartışma haline getirmeyeceğiz” gibi miydi neydi? Sonra bir de HDP’liler gitmişti hastaneye, onlara da bir-iki provokasyon yapıldı…
Sonra? Sonra bitti. Gündem gündem üstüne, katman katman üstüne, mühim işler vardı… Necatigil’in şiirinde vardır ya hani; “Bitmeyen işler yüzünden / (siz böyle olsun istemezdiniz) / bir bakış bile yeterliyken anlatmaya her şeyi / kalbinizi dolduran duygular / kalbinizde kaldı.”
Sonra? Sonra bitti. Gündem gündem üstüne, katman katman üstüne, mühim işler vardı… Necatigil’in şiirinde vardır ya hani; “Bitmeyen işler yüzünden / (siz böyle olsun istemezdiniz) / bir bakış bile yeterliyken anlatmaya her şeyi / kalbinizi dolduran duygular / kalbinizde kaldı.”
Peki sonuç? Kim yemiş bu haltı? Önce gariban makinistlere gözaltı, sonra üç-beş kişi tutuklayıp serbest bırakma… Üstüne üstlük rezalet bir bilirkişi raporu… Öyle bir rapor ki, her türlü ihmal, tedbirsizlik, vs. sayıldıktan sonra üst kademelerin hepsi aklanıyor. Rapora ne gerek? Fotoğraflara bakan herkes orada ne olup bittiğini kolayca anlayabilir oysa…
Sonuç? Kim bu şirket? Kim bunun hamisi, babası, koruyucusu?
25 insan öldü orada. Andımız mandımız diyorlar ya hani, o insanlar ‘varlıklarını’ TCDD’ye ‘armağan’ etmişlerdi, kim soruyor bunun hesabını?
Şimdi, aradan 4 ay geçtikten sonra, ‘suçsuz’ Demiryolları Genel Müdürlüğü, ailelere yazı göndermiş, şu belgeleri tamamlayın, bi bakalım ne tazminat verebiliriz diyor. Öyle hemen de inanmayın. “İşi fazla kurcalamayın, aramızda halledelim” diyorlar aslında.
Gelmek istediğim yer şurası aslında. Sokak filan diyoruz ya hani, sokakta siyaset yapmaktan söz ediyoruz ya, sokak dediğimiz şey, basın açıklaması değil. Sokaktaki insandan, onun yaşadıklarından söz ediyoruz ve bu öyle bir görünüp gelme, iki laf etme meselesi değil. Asıl sorun, katmanların üst üste bindirildiği, her şeyin geçicileştirilerek normalleştirildiği bir ortamda sabitlikler yakalama meselesi. Her sabah dün olanları unutturmak bir iktidar stratejisi ise eğer, muhalefetin stratejisi, bu kaygan zemine uyum sağlayıp her sabah önüne çıkarılan yeni şeylere takılıp sürüklenmek olabilir mi?
Büyük büyük laflar etmek istemem ama her şey karışıksa düz olmak, her şey kayıp gidiyorsa belli noktalara sabitlenmek, binanın en kritik kolonlarına ısrarla ve ısrarla yüklenmek daha doğru değil mi?
Bir bakın şu 8 güne. Muhalefeti de yöneten bir iktidar göreceksiniz. E, nasıl olacak peki bu iş? Kendi belirlediğimiz sabitlerimiz yoksa, kendi gündemlerimizin üstüne üstüne gitme inadımız yoksa, hakikaten ‘aynı gemide’ olmuyor muyuz o zaman? Biraz düşünelim bence bunu; Çorlu’yu, Soma’yı, Roboski’yi…
Biraz daha düşünelim… Biz düşünmeyince çünkü, kaptan köşkünde düşünüyorlar her bir şeyi. Hem de bizim yerimize!