Demokrasi Konferansı çağrıcılarından Rıza Türmen’le, Demokrasi İttifakı’nı, toplumsal hareketi ve çözüm yollarını konuştuk
M. Ender Öndeş
Haziran ayının sonlarında İstanbul’da 200’ü aşkın bileşenin katılımıyla düzenlenen Demokrasi Konferansı, önüne bir toplumsal hareket için yol haritasını koydu. Bütün katılımcıların kendilerini ifade ettiği toplantı sonrasında, Konferans çağrıcılarından eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’le, demokrasi ve politik mücadelenin yeni yolları üzerine söyleştik.
Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Demokrasi Konferansı’nın açılış konuşmasında “Yeni bir başlangıç”tan söz etmiştiniz. Bunu tanımlar mısınız biraz? Genel bir kanı da var, yani işte konferanslar yapılır, akşamüstü herkes evine gider gibi…
Öyle değil tabii ki. Öncelikle genel olarak bu dünyanın değiştirilemeyeceğinden hareket etmemek gerekiyor, bu dünya değiştirilebilir. Her şeyden önce ana fikrimiz bu. Nasıl değiştirilebilir diye aramaya başladığımızda, bu arayış bizi Konferans’a götürdü. Baktık ki, Türkiye’de birçok hak talebi var. Bir tarafta özgürlük, adalet, eşitlik, demokrasi talepleri, diğer yanda iş, aş, ekmek talepleri var ve bu taleplerin ileri sürülebileceği kanallar kapalı Türkiye’de. Ezilenler sesini duyuramıyor. Bu nedenle dedik ki, bir taraftan herkesin bütün bu talepleri ileri sürebilecekleri bir ortam yaratalım, talep sahiplerinin seslerini duyurabileceği bir zemin oluşturalım, diğer yandan da bu talepleri bir demokrasi programı çerçevesinde birleştirip, ülkeyi yeniden inşa edecek bir hareket başlatalım. Bu yüzden de Konferans’a giden yol uzun bir yoldu. Yirmi bir alanda çalışmalar yapıldı. Bunun içinde kadın hakları var, emek, ekoloji alanı var, LGBTİ’ler, esnaf, KHK’lılar, eğitimciler var. Bütün bu alanlardakiler aylarca bir araya gelerek bir ortak görüş oluşturdular ve Konferans bu ortak görüşün üzerine kuruldu. İstiyoruz ki, bu, son değil bir başlangıç olsun. Bu yirmi bir alanda çalışanlar, çalışmalarına devam ediyorlar ve bununla birlikte yeni bir toplum yaratmak için yeni bir hareket başlatabilir miyiz, bunun arayışı içindeyiz.
Biz iki yenilik getiriyoruz aslında. Birincisi, siyaseti, partiler arasında, daha doğrusu parti liderleri arasında oynanan bir oyun olmaktan çıkarmak istiyoruz. Siyaset çok daha geniş bir kavram. Siyaset, kamusal alanda bir araya gelerek ortak bir irade oluşturma amacına yönelmeli. Herkesin kendisini ilgilendiren alanlarda, söz söylemesi, irade oluşturması lazım. Türkiye’de ise siyaset, parti liderleri arasında oynanan bir pinpon maçı gibi. Bu siyasetin alanını genişletmek, yeni bir siyasi kanal açmak istiyoruz. İkincisi de burada farklı olan şey, sorunların esas sahiplerinin çözüm araması. LGBTİ’ler kendi sorunlarını ortaya koyup çözüm arıyorlar, ekolojistler de aynı şekilde ve diğerleri… Bütün bunları bir demokrasi programı etrafında yan yana getirip yürüyoruz, yürümek istiyoruz, bunun arayışı ve hazırlığı içindeyiz. Bu nedenle Konferans bittikten sonra eve gidiyoruz ve bu iş burada bitiyor değil. Asıl iş şimdi başlıyor yani.
Bir toplumsal hareketten mi söz ediyoruz?
Evet, bu başka bir şey artık. Halkın öznesi olduğu, halkın kendisiyle ilgili kararları alabileceği, katılımcı, çoğulcu bir demokrasi hareketi. Çoğulculuk zaten Konferans’ın kendisinde var. Konferans bir demokrasi şöleniydi. Türkiye’nin bütün demokratik, çoğulcu güçleri Konferans’taydı. Bunları görmek çok güzel bir şeydi. Esnaf, emekçiler, KHK’lılar, engelliler… Berkin Elvan’ın annesi oradaydı, Deniz Poyraz’ın ailesi oradaydı, Şenyaşarlar oradaydı, Türkiye’nin bütün renkliliği oradaydı. Bu renkliliği ve çoğulculuğu muhafaza etmek lazım işte.
Aslında Konferans sonuç bildirgesine bakınca da şu anlaşılıyor: Sorun bir iktidardan kurtulmaktan öte memleketi kurtarmak haline dönüşmüş gibi. Öyle büyük bir çöküş var ki…
Tabii ki, iktidar değiştirmek değil mesele, toplumu ve hayatı yeniden inşa etmek. Toplumsal bir çöküş var, toplum bütün kurumlarıyla çökmüş halde. Ayrıca şöyle de değil, bir insan çıkmış da Türkiye’yi bu hale getirmiş. Bu kadar basit değil şu anda yaşadığımız. Yani Türkiye’de 1950’lerden bu yana alınmış bir demokrasi mesafesi vardı, demokrasinin bazı kurumları vardı. Bunlar ne oldu peki? Neden bu kadar çöktü hepsi? Bunları da düşünmek ve bunların nasıl yenileneceğini düşünmek lazım.
Böylece her alanın sorunu bir diğer alanın sorununa bağlanıyor sanki. İkizdere’den tütüncülere, madencilerden Boğaziçi’ne kadar…
İşte bu talepler arasında bir bağlantı kurmak, birbirine eklemlemek lazım. Tam bunu düşünüyoruz işte. Bir ağ şeklinde ortaya çıkmak lazım. Bütün bu taleplerin birbirine bağlanmasından kolektif bir iradeye doğru yürümek lazım. Bunu yapmak istiyoruz zaten.
Aşağıda durum böyle, tamam. İnsanlar birbirleriyle birlikte olma iradesine artık daha fazla sahip. Yukarıda, siyasetin merkezlerinde ise paslı kilitler hâlâ bu iradeyi baskılıyor ama. O nasıl çözülecek?
Siyasetin merkezini değiştirmemiz gerekiyor işte o yüzden. Siyasetin merkezini başka bir yerde inşa etmek lazım. Bence bu çok önemli. Yani, ekonomik düzene başka bir hegemonya yaratmak için karşı hegemonik pratiklerle yola çıkmak lazım. Ancak o şekilde genişleyebilirsiniz. Çünkü bu siyasi partiler arasında oynanan oyun, bizi hiçbir yere götürmüyor. Şu anda, Türkiye’deki en büyük parti kararsızlar partisi. Seçimlerde nereye oy atacağını bilmeyenler. Niye? Demek ki bir alternatif yok. Bu alternatifi ortaya çıkarmak, halkın içinde olacağı başka bir alternatifi yaratmak gerekiyor artık.
Tam burada ‘sokağın şeytanlaştırılması’ var hocam. Üstelik çifte standartlı. Hüsnü Mübarek sokaktan yıkıldığında kimse ağzını açmadı ama şimdi üç kişi bir araya gelse 15 Temmuz hatırlatılarak ‘darbe’ tehdidi sayılıyor. Hukukçu kimliğiniz açısından da soruyorum. Evrensel hukukta sokak nerede duruyor?
Evrensel hukukta sokak, özgürlüklerin kullanıldığı yerdir. Yani, otoriter yönetimlere karşı mücadele, temel hak ve özgürlüklerin kullanılması mücadelesidir zaten. Sizin sokakta protesto yürüyüşü yapmanız, çok temel bir haktır. Bunun yasaklanması tamamen hukuksuzdur. Bununla ilgili Türkiye’nin mahkûm olduğu dünya kadar karar var. Aynı şekilde basın ve ifade özgürlüğü. İktidarların, otoriter iktidarların en korktuğu şey, kamusal alanda, sokakta siyaset yapılmasıdır. Siyasetin merkezini değiştirmek derken kastettiğimiz de zaten budur.
Ama muhalefet cephesi de sokağı lanetleyen bir yere çekiliyor. Ana muhalefet partisi örneğin, “Bizi sokağa çekmek istiyorlar” klişesini sürekli tekrarlayarak “Oturun sandığı bekleyin, nasıl olsa gidecekler” diyor.
Öyle değil işte. Kimse size altın tepsi içinde iktidarı sunmuyor. Yok öyle bir şey. Ayrıca sokak niye kötü olsun ki. Sokak, barışçı olduğunuz, şiddete başvurmadığınız sürece, temel haktır. Ve bakın, çok umut verici bir şeydir, Türkiye’de bütün baskılara rağmen sokak kullanılıyor da. İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili olarak yapılan kadın yürüyüşlerine bakın. Ne kadar büyük kitleler bütün baskılara rağmen sokağa çıkıyorlar ve yürümekte direniyorlar. Aynı şekilde ekolojik mücadeleler var, İkizdere’de de, başka yerlerde de köylüler direniyor. Birçok direniş noktası zaten var yani. Bunları birleştirebilmek, bu zaten mevcut olan direnişleri yan yana getirebilmek önemli.
Kaldı ki, muhtemel bir seçim ortamının da agresif olacağının işaretleri şimdiden görünüyor. Yani güçlü bir demokrasi hareketi yoksa seçimler nasıl bir anlam ifade edecek ki?
İşte onun için aşağıdan yukarıya güçlü bir demokrasi hareketi gerekiyor. Güçlü bir demokrasi hareketi bunun için de gerekli. Soru burada iktidarın seçimlerde ne yapabileceği değil, ne yapamayacağıdır aslında. Her şeyi yapabilirler bana göre. Ama bütün bunlara karşın aşağından yukarıya bir hareket kurulabilirse Türkiye’de çok şey değişir, buna inanıyorum.
Saçma gelebilir belki ama AKP’nin demokratikleşmesi beklentisini hâlâ koruyanlar var. Dış etkilerle filan, bu mümkün mü?
AKP’nin içinden bir demokrasi çıkması artık mümkün değil. Olacak iş değil bu artık. Bundan vazgeçti AKP. Bir otoriterleşme yoluna girdi ve o yola bir kez girdiniz mi bunun geri dönüşü yoktur. Ancak daha fazla baskıcı, tahakkümcü olursunuz. Otoriter olup da demokrasiye geçen ülkelerde bu, ancak rejim değişikliğiyle olmuştur. Otoriter bir rejimin kendisinin demokrasiye geçtiği bir örnek yoktur. Tek yönlü bir yoldur bu, bir kez girdiniz mi ancak dümdüz gidersiniz. Bir taraftan da görüyorsunuz, destek azaldıkça baskı artıyor. Daha sert, daha tahakkümcü bir rejim ortaya çıkıyor. Çünkü ancak bu şekilde iktidarda kalabileceğini düşünüyor.
Üstelik maceralar da artıyor. Afganistan mesela?
Vallahi onu anlamak zaten mümkün değil. Yani herkes yurt dışındaki askerlerini eve getirmeye çalışıyor; biz ise askerleri mümkün olduğu kadar dışarıda bırakmaya, sağa sola göndermeye çalışıyoruz. Anlamak zor. Orada asker tuttuğunuzda büyük devlet mi oluyorsunuz? Şu anda Kandahar’da savaş var, o savaşın parçası olacaksınız?
Kürt sorunu Türkiye’nin temel sorunu ve sorunun kilitleri, anahtarları belli. Bu anahtarlardan biri de İmralı ve artık oradaki tecrit açıklanamaz halde. Bu konular Konferans açısından nerede duruyor?
Kürt sorunu Türkiye demokrasisinin kilididir. Ve iktidar Kürt sorununa sadece insan öldürerek ‘çözüm’ arıyor. Böyle bir çözüm yok. 30-40 yıldır bu böyle devam ediyor. İnsan öldürerek çözerim diyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle çözülmemiş. Her yerde masaya oturulmuş, konuşulmuş, bir yol bulunmuş. Burada da bir barış planı ile ortaya çıkmak lazım.
Konferans’ın böyle bir planı var mı?
Demokrasiden söz ediyoruz. Başka türlü demokrasi olmaz ki. Kürt sorununu çözmeden, dağlarda insan öldürerek memlekete demokrasiyi getiremezsiniz. Barış zaten her şeyin başlangıcı, barış olmadan hiçbir yere varamazsınız. Barış içinde yaşama temel bir insan hakkı ayrıca, vazgeçilemez bir şey.
**
Ezilenler yanlış kutuplaşma
**
Son olarak, iyimser misiniz? Bu yeni siyaset biçimi başarı sağlayacak mı?
Bu hareketin bir amacı da yeni bir ‘biz’ yaratmak. İktidar, Türkiye’nin ortasına bir duvar çekti, kutuplaştırdı herkesi. Duvarın bir tarafındakiler, öteki tarafı görmüyor, duymuyor, dinlemiyor. Bu duvarı kaldırıp yeni bir ‘biz’ yaratmamız lazım. Bir ülkede kim varsa onunla yaşamak zorundasınız. O zaman bir ortak çerçeve bulmak lazım. Kimsenin dışında kalmadığı, ezilmediği, itilmediği bir ‘biz’ olmalı bu. Konferans, aynı zamanda onun temelini atıyor diye düşünüyorum. Köylüsü, esnafı, kime oy veriyorsa versin, yeter ki adalet ve demokrasi meselesinde birlikte olabilsin. Bu önemli. Ancak katılımcı bir demokrasiyle bunu sağlayabiliriz. Yani ezilenler arasındaki yanlış kutuplaşmayı da aşmalıyız. Mahalle kavramı önemli burada. Ben bir örnek vereyim son olarak, ben eskiden İzmir milletvekiliydim, biliyorsunuz. İzmir’de ilginç bir ilçe başkanı görmüştüm o zaman. Adam, iskemlesini alıp mahallenin meydanına koyup oturuyor, diğer iskemleler de etrafında. Herkes gelip oturuyor, başlıyorlar konuşmaya. Herkes kendi meselesini, yaşadığı problemleri anlatıyor. Çözümler aranıyor birlikte. Kimin kime oy verdiği de önemli değil, orada doğrudan temas, dayanışma ve katılım var. Bu küçük bir örnek ama bütün ülkeye yayabilmek gerekiyor. Çünkü gerçek siyaset bu aslında, buradan yürümeliyiz.