Türkiye siyasetinin başlıca kronikleşmiş krizinin en temel yapısal sorunu olan Kürt meselesinden kaynaklandığını biliyoruz. Bu kronikleşmiş krizin tüm bölgeye yayıldığını, hatta küresel siyaseti doğrudan etkileyen en güçlü mesele olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu krizin kalıcı çözümü bir yanıyla Kürt halkının statü sorunundan geçerken, diğer bir yanıyla da başta bölgesel düzeyde olmak üzere bir demokratikleşme sürecine bağlı gelişmektedir. Bu gelişim maalesef kriz süreci içine sıkışıp kaldığından dolayı sağlıklı bir süreci ortaya çıkaramamaktadır.
Türkiye siyasetinin aktörleri genelde İttihatçı aklın çitlediği bir siyasal alan içinde hareket ettiği için Kürt meselesinden yalıtılmış kusurlu bir demokrasi mücadelesiyle siyasi üretimi yeterli görmektedir. Türkiye’nin son yüzyıllık hikâyesi üç aşağı beş yukarı bu minvalde seyretmektedir. Öncesi ve bugünü ile bu minvalde ısrar eden hâkim siyaset farklı formlar deneme gayretinde olsa da kurulmuş aklın statükosuna bağımlı olmaya devam etmiştir. Bu bağımlılık sistem denemelerinin neden farklı sonuçlar doğurmadığını bize gösteriyor. Kusurlu demokrasi ile yetinen, otoriterleşmeye meyilli bu anlayış sınırlarını hep darbe mekaniği ile test etmiştir. Bu anlayış bölgesel ve küresel düzeyde olabildiğince karmaşıklaşmış Kürt ve demokratikleşme sorununa çözüm üretemediği gibi sorunun derinleşmesine ve yayılmasına da neden olmaktadır.
Son dönem sistem olarak dayatılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de aynı siyasal aklın son çaresizliği olarak topluma dayatılmıştır. Seçimli otoriter sistemin kusurlu demokrasiye neden tercih edilmesi gerektiği üzerinden tüm argümantasyonunu oluşturan yeni dönem siyaset maalesef iktidar dışı alanları da fazlasıyla kuşatabilmiştir. Son Mayıs Seçimleri bu çerçeveden ele alındığında nasıl bir örtülü konsensüsün yaratıldığını görebiliriz. ‘Kürt annesini görmesin’ fıkrasının farklı retoriklerle sahnelendiği bir seçim süreci siyasetin kepazeliğini deşifre etmiştir. Seçim başarısızlığının en belirgin nedeni bu olsa gerek. Aynı mabede gidiyorsanız farklı tanrıya dua edemezsiniz…
Sistemin koalisyonları sonlandırma iddiasıyla geliştirdiği ittifak taktiği aslında seçim sonrası pazarlıkçı koalisyon taktiğinin seçim öncesine çekmekten öteye bir farklılık yaratmadı. İttifaklar pazarlıkçı bir koalisyon anlayışına sıkışıp kaldı. Oysa siyasetin toplumsallaşması ve bu toplumsallaşmanın en geniş mutabakat zeminini oluşturması anlamında ittifak siyaseti belki de çoğulcu bir demokratikleşme adına en kritik adımdır. Radikal demokrasi anlayışımızla ittifak siyasetini üretmek, genişletmek ve toplumsallaştırmak bizim için önemli bir stratejik hamledir. Bunda ısrar etmek önemlidir ama ilkesel ve paradigmal bir kopuş yaşamaksızın ittifak politikasını hayata geçirmek de önemli bir gerekliliktir.
Seçim sürecinde ortaya çıkan ittifak düzlemi maalesef bizim siyasete yaklaşımımız ve savunduğumuz çerçevede gelişemedi. Bunda kuşkusuz bizim yetersizliklerimiz ve yönetsel eksikliklerimiz de söz konusu. Özeleştiri ve eleştiri süreçlerinde bu anlamda önemli tespitlerin yaşandığını görüyoruz. Fakat şunu belirgin bir şekilde dile getirmek gerekir ki, ittifak siyasetine ilkesel yaklaşımımız konusunda samimiyetimizden kimse kuşku duyamaz. Radikal demokrasi mücadelemizle, Üçüncü Yol anlayışımızla bağdaşık ama konjonktürün dinamiklerini de dikkate alan bir çabayı ortaya koymamıza rağmen ortaya çıkan tablonun getirdiği sorunları doğru analiz etmemiz gerekiyor.
İttifak siyasetine topyekûn karşı çıkmak yerine kendi siyasi anlayışımızda ısrar ederek ittifak zeminlerini genişletmek ve toplumsallaştırmak adına çabamızı mutlaka büyütmeliyiz. Bugün Türkiye siyasetinin başlıca krizinin aşılabilmesi adına bu stratejik hamle önemlidir. Taktik hamlelerin bu stratejik hattan kopmaksızın geliştirilmesinin ne denli kritik öneme sahip olduğunu Mayıs Seçimlerinde büyük bir hüzünle öğrendik. Bu hassasiyetle konuya yaklaşmak önümüzdeki süreçte, kongreler sürecinde ve sonrası yerel yönetim seçimleri sürecinde kritik role sahip olacaktır.
İttifak siyasetini iktidarın çekip sürüklediği zeminde geliştiren anlayışların nasıl bir kâbus yarattığını da hep beraber izledik. Bırakın Kürt meselesinin çözümüne dair bir siyaset geliştirmeyi, demokrasi ve hukuk devleti adına bile konuşamaz hale gelen muhalefet iktidarın pazarlıkçı modeline mahkûm kalmıştır. Hatta bu pazarlık kim daha fazla milliyetçi yarışıyla adeta Kürt düşmanlığını besleyen bir hatta gelişmiştir. İçinde bulunduğumuz ittifaklar da maalesef salt temsiliyetle meselenin çözülebileceği yanılgısına düşmüştür. Seçim sonuçları tüm bu yanlışlıkların ve yanılgıların neticesidir. Bunca yanılgı ve yanlışlık nasıl oluyor da tekrarlanabiliyor? Bu sorunun yanıtı da kuşkusuz tecrit altında bir siyasetin nasıl öngörüsüz kalabildiğiyle alakalı olsa gerek. Tecride bir türlü son veremeyen siyaset kendisini rejimin tecridine mahkûm kılmıştır…