Sık kullanılan bir söz ama tekrar etmekte fayda var. Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Çok uzun yıllar önce insanlığın başına gelmiş bir felaket olarak hafızalarımızda kalan Covid 19 pandemisini “geride bıraktık”. Bu salgının nedeninin kapitalist sistemin özel mülkiyete dayanan sömürü düzeni olduğu, başta yaban hayatı olmak üzere doğa ve çevreyi aşırı kâr hırsı nedeniyle yağmalamasının yüzbinlerce canlıyı katlettiğini, milyonlarcasını etkilediğini çabucak unuttuk.
Ardından Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal saldırısı yaşandı. Emperyalistler arası çelişkinin silahlı çatışma boyutuna evrilmesinin ürünü olan ve Ukrayna üzerinde süren savaş yine binlerce insanın ölümüne, binlercesinin yerinden yurdundan olmasına neden oldu. Bu yetmezmiş gibi milyonlarca insanın katledilmesine neden olabilecek nükleer bomba tehditleri haber ajansları tarafından servis edildi. Oldukça soğukkanlılıkla hem de.
İçinde yaşadığımız “coğrafyanın kaderi”nden midir nedir bilinmez, bütün bu gelişmeleri oldukça soğukkanlılıkla karşıladık ve karşılamaya da devam ediyoruz. Malum bizim coğrafyamızda bu türden gelişmeler vakayı adiyedendir. Birkaç saat, bilemediniz birkaç gün gündem olur. Sonrası tarih araştırmacılarına havale edilir.
Taksim katliamında olduğu gibi halkın ortasında bomba patlatmak ve bundan politik bir kazanç sağlamak siyasettir bu coğrafyada. Zaten “siyasa” dediğimiz de, Arapça’dan Türkçe’ye geçen ve “at yetiştiriciliği” olan kelimenin Türk “devlet aklı”nca bir hayli zenginleştirilmiş hali olan “devlet yönetimi” değil midir siyaset?
Zenginleştirilmiş derken abartmıyoruz. “Siyaseten katl” bu topraklarda bir devlet geleneğidir ve her daim günceldir. Bırakalım Osmanlı’yı, şimdilerde cumhuriyetlerinin yüzüncü yılıyla övünenlerin soykırıma uğrattığı, katlettiği milyonlarca insanın varlığı bunu fazlasıyla göstermiyor mu?
“Siyasa”yı yani at yetiştiriciliğini devlet yönetimiyle aynı anlamda pratikleştiren bir dönemi daha yaşıyoruz. Halkı yetiştirilmesi ve eğitilmesi gereken bir at gibi görüyorlar. Sırtımıza bir daha hiç inmemek (buna da beka siyaseti deniyor) için binbir dolap çeviriyorlar!
Bir İçişleri Bakanı var malum! İcraatları biliniyor. Sadece twit atıp, çetele tutmakla yetinmiyor. Bol bol fotoğraf da çektiriyor aile albümü için! Ve elbette siyaseten oturduğu makamın hakkını veriyor!
Malum makamlar önemli. Öyle ki İçişleri Bakanlığı’na ilk seçilen ve “sol” görüşlü olduğu için 4 Eylül-6 Eylül 1920 tarihleri arasında sadece iki gün görevde kalan Doktor Nazım Resmor’dan sonra gelen herkes bu makamın hakkını siyaseten verdi. Doktor Nazım’ın istifası ise M. Kemal’in siyaseten ricasıyla gerçekleşti elbette! Bu “rica”nın siyaseten olması önemli tabi ki. Ne de olsa devreye Sakallı Nurettin Paşa giriyor. Bu isim ise biliniyor!
Günümüzde S. Soylu’larla, kayyum atamalarıyla devam ettiriliyor bu Türk devlet geleneği.
Ya da cumhurun başı! Dün dediğinin bugün tam tersini söylüyor. Ekonomistliğiyle övünürken, halk her gün daha da yoksullaşıyor. Ama kabul etmek gerekir ki siyasanın hakkını veriyor! Dört bir yanı tehdit ediyor. En çok da Kürt’ün başına bomba yağdırıyor. Bununla övünüyor ve iktidar için rey’e tahvil ediyor.
Ama kabul etmek gerekir ki, son günlerin gündemde olan konusu tam bir başarılı siyasa örneği. Malum yüksek enflasyondan, hayat pahalılığından market zincirlerini sorumlu tutmak. Yazılı ve görsel medyada bir üç harflilerdir almış başını gidiyor! “Ben bu işi bilirim, ekonomistim” diyerek ekonomiden sorumlu olanlar suçu “Cin”lere atıyor! Şimdilik halkımız galeyana gelip market basmadıysa da, ipleri tutulan “küçük Kürşat”lar ölüm tehditleri savuruyor!
Yani siyaseten ihtiyaç duyulursa yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı için birkaç marketin basılması ve yağmalanması, “hassas ve duyarlı vatandaş”ların işi olarak erketede bekletiliyor! Bu topraklarda siyaset böyle icra ediliyor!
Dediğimiz gibi siyaseten her zamanki günlerden geçiyoruz. Bu siyaset tarzı ister istemez birleşik devrimci mücadelenin güncelliğini ve gerekliliğini dayatırken, herkese bu girizgâhla siyaseten merhaba diyoruz.