Günümüzün en temel çelişkilerinden birisi devletli toplum ile rıza toplumu arasındaki çelişki ve çatışmadır. Rıza toplumu, devletli toplumun var olması ile beraber adım adım gerilese de kültürel direniş hattı sürekli kendini devriye etmiştir. Özellikle Ortadoğu ve Mezopotamya’da kriz ve kaos halinin sürekli yaşandığı coğrafyalar aynı zamanda rıza toplumu süreklerinin yaşam alanlarıdır.
Devletleşme ile beraber “kutsal değerler” imal edilmiş, bu kutsal değerlerle birleşen kesimler ise “muteber vatandaş” olarak kabul edilmiştir. Kriz ve kaos halinin yaşandığı dönemlerde kutsal değerlerin tehdit altında olduğu söylenerek, geniş kitleler toplumsal hakikatten uzak tutulur. Kitle hem kontrol ve denetim altına alınır hem de istendiği zaman istenilen yöne kanalize edilir. Bu süreçlerde yaşatılan hak ihlalleri görmezden gelinir hatta meclis bu durumlarla ilgili koruyucu yasalar çıkarır.
Türkiye’de yıllarca “milli birlik ve beraberlik tehlikede”, “devletin bekası”, “dış mihrak”, “Komünizm geliyor”, “bölücüler”, “şeriatçı” gibi sıfatlarla iktidar varlığını sürekli devam ettirdi. Hele hele en üst düzeyde önemli görevlerde bulunanların “devletin bekası” söylemine sığınarak yapmadıkları zulüm kalmadı. Devlet bekası bütün kirliliği gizleyen astar boyası işlevini gördü.
Kutsal değerler yasasının dışında kalan bütün toplumsal kesimler “öteki” sıfatı ile tanımlanır; farklı etnik yapılar, mezhepler, diller, kültürler, inançlar teklik içinde birlik anlayışı ile terbiye edilmeye çalışıldı. Bütün zor ve ideolojik aygıtlara rağmen rıza toplumunun toplumsal hakikat arayışı bitmemiştir ve hâlâ kendini yenilemektedir. Rıza toplumuna karşı bir sapma olan iktidarcı zihniyetler, toplumu sürekli hizaya getirmeye çalışır, yok eder, hilecidir. Binlerce yıldır devam eden savaşların, işgallerin, sömürünün nedeni iktidar anlayışıdır.
İktidarcı anlayış, toplumu sürekli parçalayıp bölerken kendine yönelik eleştirilerin önünü almak için yeni kavramlar üretir ya da kavramların içini boşaltır. Son dönemlerde sık sık gündeme getirilen “güçlendirilmiş parlamenter sistem”, “meclis çatısı”, “sembolik cumhurbaşkanı”, “eşit yurttaşlık”, “devletin demokratikleşmesi” gibi. Krizler derinleştikçe kavramların ruhu esir alınır, bir taraftan da yeni kavramlar üretilir. Aslında bütün mesele ayakta kalma meselesidir.
Günümüzde tüm ulus devlet sistemleri derinlikli krizleri yaşıyor. Farklılıklar tehlike olarak görüldükçe, ibadet etmenin kriterleri devlet tarafından belirlendikçe, okullardaki müfredat programları tek tornadan çıktıkça, farklılıkların kültürel kodlarını devlet tanımladıkça, kadınların yaşamları ile ilgili eril zihniyet karar verdikçe, birey, toplum ve doğaya karşı taciz ve tecavüz devam ettikçe, neyin yanlış neyin doğru olduğuna iktidar karar verdikçe, nasıl yaşadığımıza ve nasıl ölmemiz gerektiğine karar verildikçe, milliyetçilik, dincilik geçer akçe oldukça, “demokrasi” kavramı bir söylem olmaktan ileri gitmez, kriz ve kaos hali sürekli devam eder.
Yaşanan kriz ve kaos halini aşmak için birlikte, ikrar ve rızalık esası üzerine ortak akıl ile siyaset yapılırsa önemli kazanımlara kapı aralanır. Bu yönüyle HDP’nin halk buluşmaları sonucunda “Demokrasiye, adalete, barışa çağrı deklarasyonu” birlikte yaşamı örelim şeklinde okunmalıdır.
Türkiye yeni bir sürece doğru evrilirken, en suskun olan kesimin Alevi toplumu olması son derece düşündürücüdür. Alevi sürekleri her dönem hak kelamını dile getirmişlerdir.
Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi “Siyaset günleri gelip geçmeden açılın kapılar şaha gidelim.”
Osmanlı’da “siyaset günleri” demek yok edilmek anlamına gelir!