İlkçağ efsanelerinin üstüne en çok konuşulan kahramanlardan biri Sisyphos. Sisyphos çok akıllı ve kurnazdır, aldatmadığı kişi kalmaz, tanrılara karşı gelir, onlarla boy ölçüşmeye kalkar ve ölüler ülkesinde korkunç bir cezaya çarptırılır.
Kocaman bir kayayı elleriyle ite ite tepeye kadar çıkartır, ancak tepeye varmaya ramak kala, kaya aşağı yuvarlanır, Sisyphos, kan ter içinde yeni baştan kayayı tepeye çıkarmaya çalışır, her seferinde kaya yeniden aşağı yuvarlanır. Sisyphos’un cezası budur.
Fransız yazar düşünür Albert Camus, Sisyphos söyleni adlı ünlü denemesinde Sisyspos’un yaptığı işin anlamsız olduğunu, mitoloji kahramanının bu işkenceden kurtulacağını umut bile edemediğini anlatır. Camus, Sisyphos’un çilesinde bir onur ve erdem görür. Çünkü Sisyphos, tanrıları akıl ve bilinçle yenen bir insan kahramandır. Camus’un kitap içindeki diğer denemelerde de savladığı gibi hayat anlamsızdır, bu anlamsızlığa, koşulların kaçınılmaz baskısına karşın insan onuru “kayayı” taşımayı gerektirir. Camus Sisyphos’un bu korkunç işkenceden zevk duyduğunu, bilincin verdiği sevinçle bir çeşit mutluluğa, “umutsuzluğun mutluluğuna” eriştiğini öne sürer. Sisyphos’un tüm sessiz sevinci buradadır: Yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. Sisifos’u mutlu olarak hayal etmek gerekir.
Camus’un varoluşçu bir anlayışla yazdığı bu metinler dizisi bir başkaldırı, kendi yazgısını eline alma çağrısı olarak yorumlansa da bu bitmez tükenmez çilede bir erdem görmenin ne anlam taşıdığı üstüne düşünmeye değer.
İnsanın, görünürde hemen sonuç yaratmayacağı belli olan eylemleri insanlık onuru adına yapmasında, insanlık adına göz kamaştırıcı, hatta umut uyandırıcı bir yan olabilir. Ama, ya insan kayasına âşık olursa…
Solcular tarafından nedense pek sevilen Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin, olsun yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” sözlerinin eşliğinde bu bitip tükenmez çileden, ha bire yenilmekten neredeyse haz duyar hale gelirse…
Okuyanların hemen görebileceği gibi, Camus’a benzer biçimde hayatın anlamsızlığından dem vuran Beckett’in yenik kahramanlarının herhangi bir mücadeleyle, bir daha denemekle falan zerre kadar ilgileri yoktur. Onlar beklerler. Var olma halleri beklemektir.
Yılmadan, bıkıp usanmadan mücadele etmek evet, solun erdemidir. Ama mücadeleyi, bitmek tükenmek bilmez bir yenilgiler, eziyetler, çileler ve kahramanlıklar manzumesine indirgemek erdem değildir.
Değiştirmek istediğimiz dünyaya iştahla, (iştah nesnesini yalayıp yutmayı düşündürse de arzu ve hayal gücü ve coşkuyu karşılayan bir iştahtan söz ediyorum) bakmadığımızı, adeta Sisyphos gibi kayamızı allayıp pullayıp tekrar tekrar tepeye çıkarmaktan ve aşağı düşmesini izlemekten sonra aynı eylemi yılmadan yinelemekte bir tür devrimci inanç, kararlılık olarak gördüğümüzü söyleyebilir miyiz?
80 öncesi antifaşist mücadelenin, benim de aralarında olduğum siyasi kadrolarında “memurlaşma” diye ifade edeceğim ruh halini hatırlatıyor bu durum bana. Yenilgiyi haber veren, herkesin yüreğinde böyle hissettiği ama hiç konuşulmayan…
Buna rağmen, seksen öncesindeki siyasi kadroların, uzunca bir dönem boyunca zamanın özgün dinamiklerinden beslenen, gündelik hayatın önüne çıkardığı siyasi imkânları her daim devrim perspektifiyle sezen bir stratejik akla sahip olduğunu söyleyebilirim.
Şu anda içinde yüzdüğümüz su elbette çok farklı ancak siyasi kadroların yukarıda andığım
varoluş halinden epey uzak olduğunu söylemek gerekiyor. Egemenlerin, devletin kurduğu oyun alanından bir türlü çıkamamak anlamına geliyor bu, onlar yapıyor biz yanıt veriyoruz, ama aslında yanıt da veremiyoruz,
Solun mücadele azmine, fedakârlığına, cefakârlığına, diğerkâmlığına toz kondurmam doğrusu. Bu özelliklerin, yenilgiyle birlikte azımsanmayacak bir kesimde, kendini dünyadan alacaklı hissetmeye ve neredeyse açgözlülüğe dönüştüğünü de not etmek gerekir.
Özetle sürdürdüğümüz hayata, ayak bastığımız yerküreye hakikaten değiştirmek arzusuyla bakmak, sürekli değişen hedefi kavramak, mücadelenin yenilenen ihtiyaçlarını adeta bedenimizde hissetmek, hep yenileceğimize değil, başaracağımıza inandığımız bir varoluş halinden söz ediyorum.
Bu varoluş hali, her olaya, her olguya, her kuruma, oluşuma, bulunduğumuz her yere, çevremizdeki her insana değişim olanaklarını görerek bakmayı gerektirir. Eğer böyle var olursak dünya boyut kazanır, iç içe geçmiş sayısız süreç aydınlanır, sonsuz sayıda birikmiş insan eylemi, deneyimi, geçmişi ve geleceği barındıran an’da görünür olur. Kelimeler zincirlerinden kurtulur, dilimiz kuraklıktan…
Devrimci inanç, yenilsek de deva=m edeceğiz kararlığından daha çok karşımızdaki devasa gücü mutlaka alt edeceğiz kararlılığında aranmamalı mı?
Devrimciler, bir tür “imkânsız görev” duygusuyla hayatın içinde sürüklenmemeli. Her an inisiyatif alma, her insanı inisiyatiflendirme, her kurumsal yapının alternatifini hayal etme, özyönetim biçimleri inşa etme, her değişikliği, her yeniliği kavrama gücüyle donanmalı. Durmadan karmaşıklaşan hayata korku duymadan bakma, mücadele araçlarını yenileme, yenilerini icat etme arzusuyla dolu olmalı.
Yaptığımız her kitlesel eylemi bir itirazdan çok bir devrim provası gibi, bulunduğumuz her yeri bölge, kurum, mahalle, sokak yeni bir yaşam biçimini filizlendirecek alanlar olarak tasarlayabilmeliyiz.
Yoksa kayamızı allar pullar bir türlü tepeye çıkamadan, toz toprak saçarak geri düşüşünü seyretmeye mücadele adını da verebiliriz pekâlâ, üstelik, bundan içten içe bir haz da duyarak.