Ekonomik ve siyasal kriz durumları bir rejimin sınıfsal ilişki ve işleyişini, iç çelişkilerini daha net bir şekilde ortaya çıkarır, bu da rejimin karakterini daha iyi anlamamızı sağlar. Küresel nitelikte devam eden korona salgını ve buna karşı başlatılan topyekun savaş, kapitalist emperyalist sistemin çirkin yüzünü bir kez daha açığa çıkarken, sistemin ilişki ve çelişkilerini sismograf gibi çeken Türkiye’deki AKP-MHP iktidarının bekacı, baskıcı ve kutuplaştırıcı siyasetinin açmazlarını gözler önüne serdi. Ancak kendilerini sistem karşıtı ve iktidar muhalifi olarak tanımlayanlar, sistemin ve oligarşik yapının karakterini sorgulamak yerine, eften püften sorunlarla uğraşmayı sürdürüyorlar. Bu bağlamda sosyal medyada bir arkadaşım, “Sistemi sorgulamıyoruz bir bakanın istifasına seviniyoruz. Vay halimize!” diye yazmış. Ülkede onca şey olup biterken temel ve güncel siyasal görevleri unutarak nostaljiden öteye gitmeyen sosyal medya paylaşımlarını izledikçe ben de, “Güleriz ağlanacak halimize” diyorum.
Mevcut durumumuz, eski deyimle hal-i pürmelalimiz aynen böyle. Sol ve sosyalist hareket olarak öyle bir hale geldik ki, sistem krizinin çatlakları üzerinden siyaset yapmaktan ve burjuva yasallığının sınırlarına hapsolmaktan kurtulamıyoruz. Sınıf mücadelesi perspektifinden iyice uzaklaştık. Devletin ve devlet iktidarının niteliğini, devrim, demokrasi ve sosyalizm üzerine yaptığımız eylem programlarımızı adeta unuttuk. Yaşadığımız onca mücadele deneyimlerinden öğrenmeyi, hatalarımızdan dersler çıkarmayı, geçmiş ve gelecek arasında sağlam köprüler kurmayı başaramıyoruz.
Müesses nizamın muhalefet partileri de, “devlete ve millete zeval gelmesin” mantığıyla iktidara cepheden bir karşı duruş sergilemiyorlar. Başkanlık rejimine karşı olduklarını açıklamalarına rağmen yeni bir rejim değişikliği perspektifiyle siyasal eylem programları ve bunun gerektirdiği güç ve eylem birliği politikaları izlemiyorlar. Demokratik siyasetin bileşenleri de birleşebilecek tüm siyasal ve toplumsal güçleri aynı kulvara yığarak özgürlükçü ve eşitlikçi yeni bir parlamenter sistem için mücadeleyi yükseltemiyorlar.
Başkanlık sistemine geçiş sürecinin siyasal ve toplumsal bir ihtiyaçtan değil, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından fiilen kullandığı yetkilerin hukuki hale getirilmesiyle başladığını ve böylelikle anayasa ve yasaları çiğneyenlerin keyfine göre bir anayasal düzenleme yapıldığını unutmamalıyız. Üstelik başkanlık rejiminin altyapısı yoktu, hazırlık bağlamında bir geçiş süreci bile yaşanmadı. Hileyle kazanılan referandumun ardından 12 Eylül anayasasının özüne dokunulmadan basit bir düzenleme ile alelacele yeni rejime geçildi. Yeni rejimin adı için de fiili duruma göre siyasal literatürde olmayan bir kavram yaratıldı.
Bu rejim değişikliği totaliter bir anlayışın ürünüydü. Böylelikle denge-denetim mekanizmaları olmayan, parlamentonun işlevsiz hale getirildiği, yargının bağımsız ve tarafsız olmaktan çıkarıldığı, yerel yönetimlerin merkezin sultası altına alındığı bir rejime geçildi. Yasama, Yürütme ve Yargı yetkilerini tek bir kişide toplayarak bu kişiyi yasalar üstü statüye kavuşturan, Meclis’i fesih etme yetkisi verilen, kanun hükmünde kararnameler çıkarabilen tek kişinin inisiyatifi ve iradesinin geçerli olduğu bu rejim için tarihsel olarak yaşanmış bir tecrübe de yoktu. Sadece CHP’nin tek parti iktidarı uygulamaları ile Osmanlı döneminin hanedanlık, padişahlık ve saray politikaları vardı. Bu konuda örnek alınacak kişi ise Abdülhamit ve onun siyasi, dini, etnik ve kültürel politikalarıydı. Dolayısıyla Abdülhamit’in kişiliği ve onun iktidar dönemi yüceltilerek örnek alınarak Abdülhamit’in İslam Birliği politikası güncelleştirildi. Osmanlı’nın etnik, kültürel, dinsel ve mezhepsel tarihsel ayak izleri takip edilerek emperyalist çıkarlar peşinde nüfus bölgeleri oluşturulmaya başlandı.
Emperyalizmin ve onunla işbirliği halindeki egemen sınıfların ekonomik ve siyasal çıkarları üzerinde kurulan ve tek kişinin iradesine bağlı olan başkanlık rejimleri kolektif bir iradeye değil, tek kişinin iradesine ve onun çevresinde oluşan güç odakları ve dengeleri ile kurulan bir devlet biçimidir. Bu bağlamda Türkiye örneğinde rejimin kendine özgü güç odakları ve kırılma noktaları var. Bunlar, başkan ile başkanın partisi arasında; partisinin parlamentodaki konumu ve ittifakları arasında; başkan ile saray aristokrasisi arasında oluşan üç odaklı güç ilişkileri ve dengeleridir. Odaklar arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların bir kısmı algı yönetimi yaratma amacıyla bir kısmı ise irade dışı bazı zorunluluklardan bir kısmı da siyasal gaflardan dolayı saraydan kamuoyuna yansıyor. Bu bilgi kırıntıları, parlamento içi ve parlamento dışı muhalefet odaklarını heyecanlandırıyor ve yandaş medyanın yönlendirmesiyle olmadık/olmayacak işler peşine sürüklüyor. Siyaseten hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan bu dedikodu ve spekülasyonlar üzerine sayfalar dolusu yazı yazarak siyasal gerçekleri açıklamaya çalışmak; kitleleri yanlış yönlendirmek, müesses nizama hizmet etmek ve iktidarın oyununa gelmektir.