Özgür Amed
“Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar”
Horkheimer
Son iki gündür sosyal medyada tartışılan bir görüntü var. Şırnak’ta bir kepçe operatörü, kamyonların kabin kısmını parçalıyor ve kullanılamaz hale getiriyor.
Olayın tüm detaylarını bilmiyorum. Basına düştüğü kadarıyla parası verilmeyen bir arkadaşın isyanı olarak kayıtlara geçti. Takip edebildiğim kadarıyla da ikili bir tartışmaya döndü. Bir kesim bunun yanlış olduğunu, böyle yaparak haklı iken haksız tarafa geçtiğini ifade ederken; çoğunluk da patron, emek sömürüsü ve daha sayacağımız onlarca başlıkta kendini ifade ettiği üzere haklı ve meşru bir tepki olduğunu belirtiyor.
Vekilimiz Ömer Gergerlioğlu’nun görüntüleri “Haklıyken haksız olmak bu. Hak arama meşru ölçülerde yapılır” yorumu ile paylaşması da hem destek hem de yoğun şekilde tepki aldı. Tepkiler ve haksız olduğu yönündeki söylemlere tekrar cevap veren Gergerlioğlu “TBMM’deki direnişim, sivil direniştir, kimseye zorbalık yapmadım, nöbetimde şiddet telkin etmedim, adalet dedim hep. İnsan hakları alternatifi zor iştir, kırıp dökmek kolay yoldur. Hak, zorbalıkla aranmaz, haktan ayrılırsan sen zalim olursun” dedi. Özetle Ömer Bey, öfkesini haklı bulsa da yaptığını haksız bulduğunu, iş mahkemelerinde genelde mağdurun avantajlı olduğunu çeşitli cevaplarla anlatmaya çalıştı. En son attığı bir mesajda da kendisinin hak arayışını örnek gösterenlere “sivil direni yaptım, zorbalık yapmadım” diyerek kamyon eylemini bir çeşit zorbalık olarak gördüğünü sayfasında yazdı.
Açıkçası Gergerlioğu gibi düşünmüyorum. İnsan haklarından ve hak kavramından da anladığım bu değil, bu çerçeve hiç değil. Durumun kendisi, kendi içinde yeterince cevap veriyor olsa da detaylarda çok boğulmadan bağlamın insan hakları olmadığını da kendi açımdan, net olarak ifade edebilirim.
Bu ve benzeri durumlar aslında sık yaşanıyor. Daha kısa süre önce de işçiler çatıyı söküyordu haklarını ararken!
Bu son olayı referans alarak aklıma takılan iki kısma özellikle değinmek istiyorum.
Birincisi ile başlıyayım: Ezilen ile ezenin şiddetini eşitleme meselesi, daha doğrusu ezilenin eylemini hor görme, dar bir alana sıkıştırarak sözünü çalma meselesi…
İnsan dediğin şey kuru bir tahta değil. Bir ağacın bile kayaları delerek kök verip kendini yaşattığı, elma içindeki bir çekirdeğin bile kendini kurttan korumak için mücadele ettiği bir gerekliğin içinde, insanın kendine ve hakikatine dair eylem koyabilmesinin nesi şaşırtıcı anlamakta zorlanıyorum. Bu duygunun kendisi, kapitalizm tarafından ısrarla sönümlendirilen bir duygu da değil midir? Öyledir…
Meşhur deyim ile ‘li ser vê esasê’ diyerekten, orta yolculuk anlaşılabilir, konformizm anlaşılabilir hatta bu zihni sürecin güvenilir alanından kurulan sözler de anlaşılabilir bir yere kadar; fakat yaşam adı altında yaşamın değersizleştirilmesi başka bir şeydir. Anlam vermek güçtür!
Şırnak’ta parası verilmeyen bir emekçinin durumuna dair söylenen hak aramalı, devletin aygıtları üzerinden derdini söylemeli vs. gibi pek çok argümanın sonucunu ve ne anlama geldiğini, bir yere varmadığını herkes biliyor. Hakkını arayan herkesin suçlu ilan edilerek mahkemeye çıkarıldığı bir ülkede bu çok daha zor ve ironik bir durum. Malcolm X, Steve Biko ve Stokely Carmichael hattının siyah adamın şiddete uğradığı zaman neden sesi çıkmaması gerektiği üzerine isyanları, Kürdün Türklük sözleşmesi karşısındaki tutumu ve benzer siyasal aks hala güncel. Mesele basittir: Öteki olanın söz ve eylem hakkı yoktur! O, yapısal-sembolik-sosyal herhangi bir şiddete uğradığında canı yanmamalı, şiddete başvurmamalı, aynı tepkiyi vermemeli, düşmanını sevmeli. Sözlü olsun, başka türlü olsun; her çeşit saldırıyı hazzetmek zorunda. Ama herhangi bir şekilde savunursa, nefs-i müdafaaya çalışırsa; o zaman aşırılık yapmış oluyor, adı radikal oluyor, zorba û nizanim çi oluyor. Patron emeği, zamanı, değeri çalıyor bu sıkıntı değil ama işçi başka türlü bir hak arama yöntemi ortaya koyunca durum sıkıntılı, eylem radikal, söz başka bir hal alıyor!
Şiddet veyahut zorbalık denen mefhumlarla kurduğumuz bağ, şüphesiz ki çok ince bir konu. Her tarafa çekilebilecek ve herkesin kendi argümanlarını rasyonalize edebileceği bir alan. Bunlar işin ‘gerçeği’ ama ‘hakikati’ değil.
Sadece devletin şiddetine güvenlik, şiddet uygulanan toplumun kendini savunmasına terör diyenlerin çağı değil bu; 16.yy’da hukuk düzenini korumakla görevli hükümdarın şiddetine, “ortak irade” denilmesine benzer şekilde devletin ve kapitalizmin şiddetini ortak irade olarak görenlerin de çağındayız. İlk kim yaptı, nasıl bir metastaz olarak vuku buldu bilmiyorum ama “ezen ve ezilenin şiddetini eşitleme” geleneği, ‘her kim olursa ve nereden gelirse gelsin’cilerin de en popüler olduğu çağ! A.Memmi’nin tespiti ile de ‘iyi-kültürlü sömürge aydınları’ bu alanın saygın müdavimleri! Mağdurlar, madunlar, sömürülenler hesap soruyorsa şiddet vardır.
Oysa tüm toplumsal direniş diyalektiğinin de öğrettiği üzere şiddet, egemenin ayrıcalığıdır!
Bu ayrıcalık, meşruluğunu hukuktan alır. Şiddet, hukukun özüdür…
Şırnaklı kepçe operatörü veyahut yaptığı inşaatı yıkan işçi gerçekten nerede ve nasıl hakkını arayabilir, aramalı? Burada genelde şunu gözden kaçırıyoruz: Bu insanlar ve eylemleri bir haksızlığın sonucu ise bu haksızlığın başlangıcına nasıl yerleştirilebilirler? Gergerlioğlu’nun durumu zorbalık olarak görürken ilk kaçırdığı hakikatin bu olduğunu düşünüyorum.
Her şeyi birbirine eşitleme hastalığı inanılmaz yaygın. Ezen ve ezilenin pratiği, eylemi, düşünüşü ve yaşayışını özellikle söz konusu ‘hukuk’ ise birden eşitleme, toplumsallığın anlamı hatırlanıyor. Bu ince ama bayağı kalın bir sahtekarlıktır.
Fanon’un yaptığı şey zaten bunun ifşası değil midir? Kepçe operatörünün eylemi, onun gerçeği de kavrama şeklidir. Sadece kavrama değil kavramasını da olanaklı kılan anahtarın başlangıcıdır. Bu böyledir… Bir diğer özelliği, ezenin ona yaşamda uyguladığı ‘şiddeti’ çıplak hale getirir, bize ne olduğunu ne olduğumuzu, olacağımızı gösterir. Gergerlioğlu’nun gözden kaçırdığı ikinci hakiktin de bu olduğunu düşünüyorum.
Bu ilk bağlama dair, ezcümle;
Neden sürekli ödün vermesi gereken hep ezilen taraftır?
İkinci bir durum olarak da bize dair!
Aslında içinden tam çıkamadığım bir durum! Şırnak’taki kamyon eylemi üzerinden gidelim. Görebildiğim kadarıyla ‘müthiş, çok iyi, işte işçi kini, hak böyle aranır, adalet böyle sağlanır’ gibisinden binlerce destek oldu. Beğenildi, övüldü.
Peki bu eylemi yapan kişi için sonrası nedir? Tekil yapılan bu eylem çoğul hale geldi mi? toplumsallık kazandı mı? Ne oldu eylem sonrası? Bu vahşi hukuk, bürokrasi ve kapitalist şebekeler bu abimize ne yapacak? Biliyoruz ki onu kıstıracaklar. Biliyoruz ki bedelini ödetmek için hepsi iş birliği yapacak! Peki bu riskin vardığı sonuç bizim açımızdan basit bir gösteri ve tatminkâr bir şölene dönüşmekten öte ne açıdan ve nereden bilince çıktı? Yukarıda eylemi yapan için bir anlamı ve vardığı yer olduğunu ifade ettim, lakin önündekiler, biz seyirciler için bu durum tam olarak nedir, nereye denk düştü?
Sevdik, içimiz xoş etti, övdük lakin hikaye nereye gitti, nereye evirildi?