Ülkemizde insan ölümleri artık çok sıradan bir olaymış gibi görülmektedir. Son süreç itibariyle salgından ötürü yaşanan ölümler, artan intihar vakaları derken küçük bir hesapla, günlük olarak bir toplama vurunca adeta ülkede bir katliam yaşanıyormuş hissine kapılıyor insan. Ve bunca ölümün yaşandığı yaşam mezbahasında, bizim dışımızda yaşayan canlıların ölümünü düşünmeye vaktimiz olmuyor, buna ek olarak elbette insan merkezli bakış açısının görmemekte ısrar meselesi de var.
Son günlerde Hasankeyf’ten başlayan balık ölümlerini, Adana, Bismil, Silvan, Riva gibi birçok yerde yaşanan on binlerce ölüm takip etti. Sosyal medyadan ölümlere dikkat çekilirken, ülkenin dört bir yanında yaşanan ölümlere dair bölge müdürlüklerinden, bakanlıklara kadar ölümlerin sebebine dair açıklama istenmekte. Ve hâlâ kamuoyuna yapılmış bir açıklama yok.
Doğrusu İkizdere’de yapılmak istenen taş ocağından, Lice’den Şırnak’a ağaç kesimlerine, sonrasında Kanal İstanbul’u yapmaktaki inada kadar, özetle muktedirlerin bu noktada bakışı açık. Öyle ki bir Kanal İstanbul toplantısında, katılımcılar tarafından bakana endemik bitkilerin durumu ne olacak diye sorulunca, ilgili bakan; “Bitkileri oradan taşır, başka bir yerde diker yaşatırız’’ gibisinden bir cevap vermişti. Hal buyken yetkililerden bu bağlamda bir açıklama yapılmasını beklemek fazlasıyla umutsuzca. Ayrıca yaşanan doğa talanı sonucunda her alanda yaban hayatı yok olurken, tükenen endemik bitkilerden gözle görülmeyen mikroorganizmalara kadar, bir ekosistem tahribatı yaşandığı açık. Ve bugün yaşananlar, aslında doğaya yaşattıklarının/mızın diyeti.
Özellikle ülkede yıllardır ortaya atılan baraj ve HES projeleri kapsamında yapılan kanallar, suda yaşayan canlıların yaşam alanlarını daraltırken, sudaki oksijeni tükettikleri açık. Sonuçta türce ve sayıca da bir tükeniş yaşanmaktadır. Ve bunlara ek olarak deniz, nehir ve dere yataklarına yakın alanlara kurulan fabrikalardan, petrol rafinerilerine, kum ocaklarına, enerji üreten santrallere kadar ve hâlâ ülkenin çoğunda gözle görülür şekilde atıkların sulara atılması meselesi var.
Ve bunların hepsine ek olarak, endüstriyel tarımın sonucunda bolca kullanılan pestisitler meselesi. Endüstriyel tarımın getirdiği azami kâr ve kesintisiz üretimin devamı açısından, kullanılan pestisit ilaçlar ya rüzgârla havaya karışmakta ya da suya karışmakta. Pestisitlerin toksik etkisinin yanında, sadece istenmeyen canlı organizmalar üzerinde etki etmez, toprakta yaşanacak bir akıntıyla suya karışarak diğer tüm canlılar üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır. Yapılan araştırmalar ışığında pestisitlerin kullanılması, arılardan kuşlara ve balıklara kadar üreme potansiyellerini azaltırken, türlerin değişmesi ve uzun vadede ise ekosistemde bazı popülasyonları artırırken, bazılarını tüketecek kadar azaltmaktadır.
Ve atıklar meselesi, hâlâ ülkemizde çoğu yerde altyapı projelerine bakınca kanalizasyon suları borularla alınarak derelere, nehirlere dökülmektedir. Yine doğada uzun yıllar yok olmayan plastiklerden, cama, evsel atıklara, tıbbi atık olan kadavralara kadar, suya karışan atık pillerden metallere değin, atık sistemi -sulara dökülme- üzerine kurulmuş vaziyette. Buna karşın aynı sudan evlere içme suyu gelmekte, ya da tarlalar bu sularla sulanmaktadır. Hal buyken sucul ortamdaki yaşamın kendisi için tehlikeyken bu durum, insan yaşamı için de açıkça ölümcül bir tehlike kaynağı olmaktadır.
Ve dar bakışla çözümlere gelince; güvenli gıda için alışveriş merkezlerinde, sera altında üretilen sebze ve meyveleri hormonlu değil diyerek, değerinden çok bir fiyatla ve sadece taneyle alarak sorunu çözmeye çalışıyoruz, suyu da şişelerde satın alarak çözüyoruz.
Çok farazi belki ama bir gün havayı da şişelerde koyup satabilirler, zira onun da alıcısını bulurlar…
Özetle sıradan yaşamlar eşittir sıradan ölümler.