Bir film izliyoruz. Filmin hikayesi yaşanan elim bir facia üzerine kurulmuş. Filmin başkişisi olan ülkenin başkişisi yaşanan facia hakkında açıklama yapıyor. Daha sonra hikâyenin ikinci başkişisi olan ve filmde ikinci başkişi olan yetkilinin açıklamaları takip ediyor. Anlıyoruz ki yönetmen hikayelerin esaslarını, filmin kodlarını ve mesajlarını bu açıklamalar üzerine kurmuş.
Başkişi ve ikinci başkişi art arda “en son bilmem kaçıncı işçimize de ulaştık, o da rahmetli olmuş, merhumların sayısı bilmem kaç olmuş” diyor açıklamalarında. Hafif bir sitem yalıyor içimizi. “Böyle sayılara indirgemeseydik bu insanları” diyoruz içimizden. “Bu facianın sorumluları ortaya çıkarılacak” diyor. İçimize su serpiliyor. Birilerinin ihmali var ve onlardan hesap sorulacak diyoruz. Öyle ya bu bir katliam, ihmal denemez buna. Buna sebep olanlar da katil, ihmalkâr denemez onlara da. Ölenler de maktul o zaman. “Rahmetli, merhum” sıfatlarını kullanmakla ölen insanlara dini meşrebimiz, inancımız gereği saygı göstermiş oluyoruz da onlara bu sıfatları verirsek onların katledildiği gerçeğinin üstünü örtmüş olmaz mıyız diye geçiyor içimizden. Bu ölümleri normalleştirmez miyiz böyle dersek? Sanki bunca insan, ömrünü huzur içinde tamamlamış da rahat yatağında uyurken, sevdikleri başındayken ölmüş gibi. İçimizi bir huzursuzluk kaplıyor. “Sorumlular aklanacak mı” diye bir endişe boy veriyor içimizde. “Bu madenimiz en ileri teknolojilere sahip” diyor sonra başkişi. Anlıyoruz ki facianın yaşandığı yer bir maden ocağı. Kafamız karışıyor. “En ileri teknolojiye sahip maden ocağında böyle bir facia yaşanıyorsa ileri, az ileri, hiç ileri olmayan teknolojilere sahip madenlerimizde yahut başka bu türden iş alanlarında durum ne olur? Allah muhafaza ya oralarda bir kaza olursa nasıl büyük bir facia çıkar ortaya” diye bir korku kaplıyor içimizi. Sonra madende rahmetli olanlara şu kadar rakamda bir para verilecek diyor başkişi. Fena bir rakam değil aslında. Yaşıyorken ömürleri boyunca çalışsalar bu parayı bir araya getiremezler. Ne diyordu bir madenci filmin bir yerinde, neden madende çalışmak zorunda olduklarını anlatmak için: “Yeryüzünde kalsak açlık kesin, yeraltına insek ölüm muhtemel.” Muhtemel olanı tercih etmişler hikayedeki figürasyonu oynayan işçiler.
Filmin hikayesi adeta bu açıklamalarda kilitli kalıyor, bir türlü başka yere geçmiyor film. Faciada hayatını kaybedenlerin hikayesine geçmiyor, onları birer teferruat gibi ele alıyor. Açıklamalar devam ediyor. Sonra anlıyoruz ki bu açıklama aslında sadece bu faciaya dair değil. Başkişinin uzun yıllara dayanan iktidar hikayesinin bir panoramasını içeriyor. Sonra en vurucu cümle geliyor. Bütün kafa karışıklıklarını giderecek, meselenin sınıfsal bir mesele olduğunu en vazıh şekilde ifade edecek cümle. Sınıfsal teolojinin manifestosu. Bir kader planından söz ediyor. Bu ölümlerin, kader denen ilahi bir plan çerçevesinde geliştiğini anlatıyor. Bu ölümler kaderdir. Kader kaçınılmazdır. Bu ölümleri sorgulamak kadere karşı gelmektir ki bu büyük bir günahtır.
Sonra filmin ve filmdeki hikayede söz edilen sistemin ikinci başkişisi, başkişinin sözlerini tamamlıyor. Meselenin ele alınışındaki sınıfsal zihni arka planda kalan son boşluğu dolduruyor. “Şu saat itibari ile şu rakamdaki şehidimize, şu saatte şu rakamdaki şehidimize ve şu saatte toplamda şu kadar şehidimize ulaştık” diyor. Zihnimizde ve vicdanımızda delik açan rakamlar uçuşurken havada ölen insanların, merhum, rahmetli sıfatlarının “şehit” sıfatı mertebesine çıkarıldığını anlıyoruz. Vatanı, ülkeyi, dini inancı, milli ülküyü savunurken hayatını kaybedenlere verdiğimiz “şehit” sıfatının maden faciasında ölenlere teşmil edilince maden sahasının da bir savaş sahası olduğunu anlıyoruz. Kafamız karışıyor iyice.
Vatanı savunurken öldüğümüzde bizim şehit olmamıza neden olan bir düşman vardır. Bu düşman ya bizi direkt öldürür ve şehit oluruz. Ya da savaş koşullarının, dolayısıyla dinimize, vatanımıza göz koyanların savaş yoluyla yarattığı olumsuz koşullar neticesinde ölürüz, yani şehit oluruz. Peki, o zaman bu ölen madenciler şehitse, bunlar kimle savaşırken öldüler? Yoksa kapitalizm, patronlar, devlet ve onun bürokrasisi mi düşman. Öyle ya, bir çatışmada ölmedi bu insanlar. Bir madende ekmek parası kazanırken daha fazla kâr uğruna onlardan esirgenen insani koşulların, tedbirlerin yokluğu nedeniyle öldüler. Düşman olarak bunlar işaret ediliyor olamaz. Zinhar böyle demiyorlar zaten. Ülkenin kaderini değiştireceğini söyleyen ülkenin baş muhalefetinin de bu insanları şehit olarak nitelemesi sınıf teolojisinin nasıl mesafe aldığını gösteriyor bize. Düşman meçhul ve muhayyel bir düşman olarak kalıyor film biterken “kim düşman” sorusuyla beraber. Kim düşman sahiden? Bu insanlar hangi düşmanla savaşırken şehit oldular? Allah’tan bu anlatılanların yakınımızdaki bir gerçek hayatla bir ilgisi yok, bu bir film sadece ve bizler filminin hikayesinin içinde değiliz, izleyiciyiz sadece.