Azad Barış
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kutuplaşan dünya, yeniden tanzim edilen devletin sosyal kurgusuyla ekonominin de yeniden modellenmesini getirdi. Bu yeniden inşa süreci hem altyapısal hem de üstyapısal olarak önemli yenilikleri de beraberinde getirdi. Özellikle demokratikleşmeyle ortaya çıkan liberal ekonomi modelleri işçi sınıfının hem örgütlenmesine hem de yetkinleşmesini sağlamıştı. Ama söz konusu yeniden inşanın sona ermesiyle, biçim değiştiren ekonomik modeller giderek artan sorunlarla bugüne kadar geldi. Kapalı devre cereyan eden bu yapısal sorunlar işçi sınıfının toplumsal konumlanma ve mücadele yöntemlerini de etkiledi. Durgunluk, enflasyon ve kar sıkışıklığının yaygınlaşması salt sermayeyi etkilemiyordu, sınıfın karakteristik özelliklerine de kabuk değiştirtiyordu.
Uluslararası krizlerin teşvik ettiği kapitalist güçler, kârlılığı yeniden sağlamak amacıyla, refah devlet mefhumundan ve sosyal devlet anlaşmalarından yavaş yavaş çekilerek, daha çatışmacı politikaları devreye sokmak için saldırıya geçiyordu. Böylece Neoliberal çağın başlangıcı olan 1980’lerde sermayenin elde ettiği siyasi ve ideolojik hegemonya, sistematik özelleştirme, sanayisizleştirme ve deregülasyon projelerini hayata geçirdi. Finans-kapital, sınıfın hem sendikal hem de emek haklarını birçok açıdan muhafaza eden sosyal anlaşmayı, sonsuza kadar sürdürülebilecek bir paydadan ziyade savaşan hizipler arasındaki zorunlu bir ateşkes olarak tanımlayarak, ihlal ettiğini beyan etmiş oldu.
70’li yıllara kadar devam eden bu yapısal kriz IMF’nin aktif müdahalesi ve “Hoşnutsuzluk Kışı” olarak tanımlanan süreçle beraber “yatıştırılırmış antagonizmler” olarak tekrar canlandı. Sermaye ve onun “iyilik melikeleri” barış yerine toplumsal çatışma durumuna “radikal” bir geçiş yaparak sınıfın mirasına dayalı sosyal devlet kurgusunu ve ona bağlı talepleri kabul etmeyeceklerini sergilemiş oldu. Bu müdahale hem tarihsel olarak sınıf uzlaşmasının bozulmasına hem de sosyal demokrasinin ideolojik krizine yol açtı. Bu aynı zamanda, işçilerin kendi koşullarına yönelik saldırılara direnmek için aşağıdan yeterince örgütlenemediği ve yenilenemeyen öncülük sorunlarının devam ettiğinin bir göstergesiydi. Buna ne savaş karşıtı hareket, ne 68 hareketi ne de ulusal kurtuluş mücadeleleri tam olarak cevap olabildi ama tüm bunların etkisinde sınıf tandanslı yeni sol alternatifler ortaya çıktı.
Bunların en önemli örneklerinden biri 70’lerin başında İsveç Sendika Konfederasyonu’nun (LO) büyük şirketlerin hisselerinin önemli bir bölümünü işçi fonlarına devretme önerisiydi. Keza aynı yıllarda Britanya iflas eden şirketlerin maddi olanaklarını işçi kooperatiflerin lehine kullanmasını kabine onayına sundu. Buna benzer ve hatta daha radikal bir adım ise 80’li yılların başında Mitterrand’ın Komünist Parti’yle kurduğu hükümet ile Fransa’dan geldi. 68 hareketinin bir mücadele geleneği olarak Komünler tarafından geliştirilen program on yılların sol krizine karşı bir tepkiydi belki de, ama program sınıf açısından devrim niteliğinde içerikler taşıyordu. Ne yazık ki, bu tekil anti-neoliberal deney uzun sürmedi, yerel ve uluslararası finans kapitalin baskısına dayanamayan Mitterrand bir dönüş yaptı ve kemer sıkma politikasına yöneldi. Batılı sosyal demokrat partilerin çoğu karşılık verme girişiminde bulunmazken, sol da baskın neoliberal gündeme şaşırtıcı bir hızla adapte oldu.
Sol politikalar, toplumdaki güçler dengesinde köklü bir değişikliği öngörürler ama sınıfın ahlaki sapağından hâlâ bir hayli uzaktırlar, onun için buradaki sol da uzun süredir bir meşruiyet krizi yaşamaktadır. Emek hareketi ise; 1960’ların endüstriyel barışının ve ortaklar olarak masaya geri döndükleri bir çağ için hâlâ nostaljik hayaller kurmaya devam etmektedir. Sınıf bilinci zayıftır, devletçidir, sermaye de bunu bildiği için diyalog için hiçbir adım atmamaktadır. Eşitlik ilkesi ve yeni bir sosyal devleti savunan güçler, kapitalist sınıfın saldırılarına, karşı bir saldırı ile karşılık vermek zorunda kalacaklardır. Bu, sosyal diyalog, ortaklık, paktlar, uzlaşma veya işbirliği yoluyla değil, ancak sınıf mücadelesi ve yapıcı çatışmayla sağlanacak bir durumdur.
Bugün sol hareket, Neoliberal modelin gücünü sınırlamak ve ekonomiyi demokratik kontrole tabi tutmakla imtihan edilmektedir. Kürt modern hareketinin ve onun çeperindeki demokratik hareketin yaptığı tam da budur. Nitekim tarihin bize gösterdiği gibi devletin demokratikleşmesi sermayenin asla istemediği bir şeydir, o nedenle onu güçle itmek gerekir.