Sınıf mücadelesi özünde emekçi sınıfların emeğinin karşılığını alması, insanca, eşit ve müreffeh bir yaşam sürmesini amaçlamaktadır bilindiği üzere. Yani sınıf mücadelesi işçilerin, gençlerin, kadınların kısacası toplumun toplumsal refaha ulaşması ve adil bir sosyo-ekonomik düzende yaşamasını mümkün kılmayı amaçlar. Peki sınıf mücadelesini verenler Kürt meselesinin neresinde? Uzun yıllardır sömürülerek işçileştirilen Kürt halkının talepleri aynı zamanda sınıf mücadelesi veren partilerin, örgütlerin ve sendikaların talebi değil midir?
Tarih boyunca kimliği, kültürü, dili ve coğrafyası inkar edilmiş, ekonomik ve ekolojik kırıma maruz kalmış, ötekileştirilmiş, katliama ve asimilasyon politikalarına uğramış bir halkın sorunlarını görmezden gelip, onlarla yan yana durmayıp, hiçbir şey yokmuş gibi davrandıktan sonra sömürülerek işçileştirilmiş o halktan sınıf mücadelesini vermesini beklemek haksızlık değil midir?
Hiçbir yerde yaşamasına izin vermeyen bir zihniyetle karşı karşıya bırakılan bir halkın sürekli kaderiyle, ekmeğiyle, alın teriyle, yaşamıyla oynanmaya çalışılıyor. Buna karşı durulduğunda ise medya eliyle terörize edilip yalnızlaştırılıyorlar. Hal böyleyken dayanışma için gözlerimiz bizi sürekli sınıfa davet edenleri arıyor. Türkiye’de işçi sınıfı büyük oranda Kürtlerden oluşmaktadır. Şimdilerde Kürtlere çeşitli Ortadoğu ülkelerinden gelen ve güvencesiz çalıştırılan göçmenler katılsa da, Türkiye’de işçi sınıfının kimliği Kürt’tür. Sırf bunun için bile olsa sınıfa öncülük etmek isteyenler, her meydanda Kürt halkıyla yan yana ve omuz omuza durmalıdır. Aksi sınıfa ihanettir!
Geçtiğimiz günlerde birkaç işçi arkadaşla sohbetimizde, iş yerlerindeki sorunları sıralarken gözlerime bakarak ve elini omzuma dokundurarak, “keşke sadece burada olduğu gibi barınma, beslenme sorunu yaşasaydık. Keşke sadece burada tek sorun ihbar ve kıdem tazminatımızı almamamız olsaydı. Keşke burası gibi uzun saatler çalışıp düşük maaşlarla çalışmaya devam etseydik. İleri giderek haddimi aşıyorum belki ama keşke yüzlerce işçiden biri gibi dilim varmasa da bir iskeleye çıkınca düşüp ölsem ya da sakat kalsaydım, keşke bahsettiğin tahtakuruları her gün olduğu gibi yarın da kanımı emseydi. Ama dilime, kültürüme, sanatıma, toprağıma, yaylama, yüksek dağlarıma olan özlemim olmasaydı” dedi.
Bu insanların (işçilerin) bu özlemleri ve kaygıları var olduğu sürece, bu sınıf mücadelesi eksik kalır ve hedefine ulaşamaz maalesef. İşçi sınıfı Kürt halkının taleplerini dikkate almak, mücadelesine katkıda bulunmak, yanında bizzat yer almak zorundadır. Türkiye’nin inşaatından tekstiline, hizmet sektöründen meyve sebze haline, kağıt toplamasından tutalım birçok iş kollarında işçiliği, büyük oranda Kürt emekçinin sırtında yürümektedir. Kişi acıyı en çok neresinde hissediyorsa orayı düşünür. Bu halkın acıları onarılmadığı sürece sınıf mücadelesinin zafere kavuşması mümkün değildir. Evet elbette emek sömürüsü ve güvencesiz çalışma Kürt emekçisi için bir sorundur. Ancak asıl önceliği değildir. Bir insan yara aldığı yeri tutar. Sarmadan, iyileşmeden başka bir şey düşünmez. O yaradan daha büyük yara olacak ki, düşünmeye başlasın. Onun için dilinin, kültürünün, sanatının, tarihinin, coğrafyasının, özgürlüğünün önünde engel olduğu sürece o engeli kaldırmak onun birincil önceliğidir.
Bu anlamda, evet sınıfsal bakıldığında, bir iş yerinde kaderimiz ortak, sorunlarımız aynı ancak eve döndüğümüzde sorunlarımız ayrılıyor. Daha yola çıkmadan iş yerinde hor görülmek, ırkçı saldırıya maruz kalmak, dilinle (aksanınla) alay edilmesi, senden olan binlerin cezaevinde rehin olması, çocuğunun cenazesinin evine kargo ile gönderilmesi, sabah işe geldiğinde o gün şafak operasyonuyla ablan, baban, annen, abin ya da kardeşlerinden birinin gözaltına alınması, iş yerinde çay molasına çıktığında şöyle bir haberlere göz attığında dağların bombalandığını, seçtiğin belediyelere kayyum atandığını, yıllardır çocukların kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri’nin işkence ile gözaltına alındığını, bunun haberine koşan seçilmiş milletvekillerin İstanbul’un göbeğinde binlerce çevik kuvvet polisinin arasında rehin aldığını görmek ister istemez Kürt emekçiler ile Türk emekçiler arasında bir gündem farkı yaratmaktadır. Bunun sonucunda birleşik bir sınıf ortaya koymak da, bütünlüklü bir sınıf mücadelesi vermek de mümkün değildir haliyle.
Dili, toprağı özgür olmayan bir halktan sınıf mücadelesini istemek yerine onun dilinin özgürleşmesi, toprağının özgürleşmesi beraberinde emeğin özgürleşmesini istemek daha yerinde olacaktır.
Yalnızca özgür bir toprakta özgür çocuklar doğabilir ve özgür iradeler ortaya çıkabilir. Özgür olmayan topraklarda ise bölünmüş, düşmanlaştırılmış, birbirine duyarsızlaştırılmış örgütsüz yığınlar doğar.
O halde işçileşmiş bir halkın gasp edilmiş haklarını da sınıf mücadelesine ortaklaştırmak akılcı bir adım olmaz mı?