Pandemi nedeniyle pek çok festival, dünya sinema sektörünün nabzını elinde tutan festivaller dahil ya ertelendi yahut çevrimiçi olarak yapıldı. Doğrusu festivallerin çevrimiçi yapılması festivalin yapıldığı kentlerde yaşamayanlar için bu çok önemli olanağı ayağına kadar getiren bir fırsata dönüştü. Bir sinema seyircisi olarak benim için hayli verimli bir süreç oldu. Hele Documentarist gibi bir festivali bu sebeple kaçırmamış olmak büyük bir şans.
Uzun süredir endüstriyel sinema ağı dışında film paylaşmak üzerine kafa yoran insanların aslında üzerinde konuştuğu, tartıştığı bir mesele idi, bu şekilde film paylaşmak yahut festival düzenlemek. Bu mesele üzerinde pek çok yazının yazılmasını hak eden bir mesele. Bu vesile ile Kürt sineması ve Kürt sinema festivalleri ile ilgili birkaç şey söylemek icap ettiğini düşünüyorum. Kürt film festivallerinin bir kısmı da bu süreçten etkilendi ve erteleme yaşamak zorunda kaldı.
Kürt sineması ile ilgili değerlendirme, analiz, yorum yapılırken artık çok sayıda filmin örnek olarak kullanılabileceği bir üretim söz konusu. Özellikle uzun metrajlı kurmaca filmlere nazaran üretimi daha demokratik olan ve daha çok işbirliği ve dayanışmaya dayalı bir üretim modeli uygulayan kısa metrajlı kurmaca ve belgesel filmlerle uzun metrajlı belgesel filmlerde nicelik olarak önemli bir artışın olduğunu gözlemlemek mümkün. Londra ve Berlin’de düzenlenen Kürt film festivalleri ve Duhok Uluslararası Film Festivali’nin Kürt Filmleri Bölümü her yıl bir festivali doyuracak sayıda Kürt filmine ulaşabiliyor, her ne kadar bir filmin hangi kıstaslara göre Kürt filmi sayıldığı ve festivale alındığı belirsiz olsa da. Örneğin Berlin Kürt Film Festivali’nde gösterilen Tuna Kaptan’ın kısa metrajlı filmi “Anne Sesimi Duyuyor Musun” bir Kürt filmi midir? Hikâyesine benim de katkı sunduğum bu film Kürtlerin hak ve mağduriyetleri ve mücadelesi ile ilgili bir konuyu ele alıyor. Filmin dili Kürtçe ve oynayan oyuncular Kürt. Tuna Kaptan, Almanya’da yaşayan Türkiyeli bir Türk yönetmen. Tuna’nın filmi ile ilgili bu bilgileri verirken filmin, festivale katılması ile ilgili bir itirazı dillendirmiyorum. Bilakis bu filmin festivalde gösterilmesini son derece memnuniyetle karşılıyorum. Ulus-devlet zihniyet sınırlarıyla düzenlenen film festivalleri bir filmin hangi ulusa ait olduğunu belirlerken yapımcının, yanı sıra da yönetmenin ve senaristin hangi ulustan olduğunu ölçü alıyorlar. Bu durumda Tuna Kaptan’ın filmi Kürt filmi olmuyor.
Kürt film festivallerinde, son dönemlerde özellikle Avrupalı yapımcı ve yönetmenlerin Kürtler ile ilgili yaptığı filmler de Kürt filmleri adıyla gösterilmeye başlandı. Ve tabii ki bu filmlerin bu festivallerde gösterilmesi memnuniyet verici ve festivalleri zenginleştiren bir durum. O zaman peki bu festivallere “Kürt Filmleri Festivali” demek o kadar gerekli ve önemli mi? Demokratik ulus perspektifi ile yaklaşıldığında önemsizleşen mesele, ulus-devletçi kafayla hareket edip ulus-devlet sinemasının ölçülerine de uymayınca hayli karışık bir durum çıkarıyor ortaya. Bu yazının asıl derdi ulus-devlet sinemasına dair bir analiz yapmak değil. Asıl mesele fikir aşamasından üretim aşamasına, buradan bu filmleri paylaşım aşamasına kadar olan tüm süreçleri belirleyen dinamiğin ne olduğunu tartışmak. Yoksa festivalin adına Kürt Film Festivali gibi ulus tandanslı bir isim de koysanız yahut mesela “Mezopotamya Film Festivali” gibi coğrafya merkezli bir isim de koysanız, filmi üreten ilişkiler ağı aynıysa sonuç değişmiyor. Sinema, çok açık ve net bir şekilde neredeyse bütün dinamiklerini endüstriyel üretim tarzının belirlediği bir ilişkiler ağından oluşuyor. Eğer siz sanatsal üretiminizi, filminizi bu ilişkiler ağı içinden kurmuşsanız, bütün şikâyetiniz bu endüstriyel ağ içerisinde kendinize yeterince yer bulamamak, destek alamamaksa o zaman ister bu çarkta yer bulun ister yer bulmayın üretiminizi çoktan sakatlamışsınız demektir. Çünkü endüstriyel çarkın kendi dinamikleri ve zihniyeti vardır. Siz orada kendinize yer bulma mücadelesi mi vereceksiniz yoksa baştan sona fikir aşamasından üretim ve paylaşım aşamasına kadar bütün süreçleri anti-endüstriyel, demokratik, ortakçı ve dayanışmacı bir ilişkiler ağı örerek mi yaratacaksınız? Üretim biçimi üretimin içeriğini doğrudan belirleyen bir unsur değil midir? Bu süreçlerden geçmeden üretilen filmler yahut düzenlenen film festivalleri ne işe yarar, kime hizmet eder? Bunca deneyim ve birikime rağmen neden bir sinema kooperatifinden söz edemiyoruz mesela.