Neğşirvan Güner / İstanbul
Mars Grup ve film yapımcıları arasındaki mısır parası kavgasına bakanlığın el atmasından sonra, geçtiğimiz günlerde muhalefetin ve kimi oyuncular ile sinemacıların ‘sansür düzenlemesi’ olarak nitelendirdikleri ‘Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’, Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. Sinema eleştirmeni Şenay Aydemir, kanunda sansür olarak nitelendirilen maddenin zaten daha önce de varolduğunu söylüyor. Tartışmaların bu maddenin neden kaldırılmadığı üzerine olduğunu vurguluyor Aydemir. Gezi Parkı eylemleri dönemine kadar sadece iki Kürt belgeseline bu maddelerin uygulandığını dile getiren Aydemir, ‘Durum böyle olunca pek önemsenmedi, görmezden gelindi’ dedi. Şenay Aydemir ile sansür yasasını ve Türkiye sineması için doğuracağı sonuçları konuştuk.
Yeni Sinema Kanunu geçtiğimiz günlerde sarayda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzalamasıyla yasalaştı. Sinema yapımcılarının sansür olarak nitelendirdiği maddeler nasıl sonuçlara yol açacak?
Daha önceki yasada bir madde vardı zaten kurul uygun görmediği filmlere belge vermezdi. 2013 yılı Gezi Parkı eylemleri dönemine kadar bu kanun hep vardı. Hatta 2013 yılında sadece iki Kürt belgeseline uygulandı. Durum böyle olunca pek önemsenmedi, görmezden gelindi. Ama Gezi’den sonra bu ciddi bir şekilde uygulanmaya başlandı. Önce Nemfomanyak filmini gayri ahlaki bulup hiç vermediler. Ondan sonra, Son Şnitzel filminden sahne çıkarılması talep edildi. Filmin ekibi sahneyi çıkarmayı reddetti ve film gösterime girmedi.
Kazım Öz’ün filmi için sahne çıkarılmasını talep ettiler, Kazım mecbur kaldı yoksa filmi vizyona giremiyecekti. Bu dönemde açık sansürler talep edilmeye başlandı, kurul sansür mekanizmasına dönüşmeye başlandı. Oradaki açık maddeyi uygulamaya başladılar. Bir önceki maddede şöyle bir şey vardı; ‘Gerekli düzeltmeleri yapmayan filmler verilmez’ diye bir ifade vardı. Son kanunla onu da çıkardılar.
Tamamen bir sansür devreye girmiş oldu bu şekliyle. Öbüründe ya şu sahneyi çıkarın ya da bir uzlaşma tarafı vardı. Lakin bu sefer öyle bir şey yok direk filmin vizyona girmesini yasaklıyorlar. Yasalar kağıt üstünde çok anlam ifade etmiyor. Pratikte uygulanmalarıdır esas durum. Dolayısıyla hangi siyasal atmosferde, hangi siyasal iktidar döneminde uygulanacaklarına da bakmak lazım. Onun için bu maddenin ilk 2004’te çıktığı dönem ki görece ‘ liberal AKP’ dönemi ile şimdiyi karşılaştırdığımızda bu dönem bu kanunun tıkır tıkır uygulacağını göreceğiz. Birçok film için de uygulanacaktır.
Asıl tartışma bu madde yine kalkmadı tartışması. Bu maddenin kalkması lazım ve hiçbir kuruma böyle bir yetki verilmemeli. Bir de şöyle bir şey var yasada tehlikeli bir durum bu, iyi olarak görünüyor çünkü sektörün talep ettiği bir şey aslında. Sonuçta devlet bu tür talepleri kendine uydurur. Orada da şöyle bir şey var. Şimdi siz bir film çekmek için bir kasabaya bir kente gittiğinizde bir sürü bürokratik süreç vardır. Vali’den ayrı izin alıyorsunuz, belediyeden ayrı izin alıyorsunuz, park ve bahçeler genel müdürlüğünden izin alıyorunuz. Yani filminizin lokasyonuna göre 15 tane bürokratik organdan izin almanız gerekiyor. Sektördekilerde bunu tek bir merkeze bağlayalım düşüncesiyle olaya bakıyorlardı.
O zaman komisyon oluşturalım, ilgili alanların temsilcileri onlar versinler izinleri oralardan. Ama bu eğer yönetmelikte düzgün düzenlenmez ise x ilçemizin mülkiye amiri şöyle diyebilir: ‘Beğenmedin ben bu senaryoyu, işte burada eş cinsel ilişki var, bizim şehrimizde böyle şeyler olmaz. Burada aile içi şiddet var bizim şehrimizi kötü gösteriyorsunuz’ diyebilir. Mesela bu açıklık yönetmelikle düzenlenebilir. ‘Kurulun herhangi bir şekilde senaryonun içeriği hakkında bilgi alma hakkı yoktur’ der ise böylelikle düzeltilmiş olur.
Böyle Bir şey olur mu? O yönetmelik çıktığında göreceğiz. Burda sansür koymuyor, sansürü devam ettiriyor. Bunu bugünki siyasal atmosferle birleştirdiğimizde, giderek yoğun bir sansüre dönüşeceğini göreceğiz.
Bağımsız sinemacılar ne yapacak? Ya da bağımsız sinemacıları kimler temsil ediyor?
Bağımsız sinemacılar kavramı çok karışık. Mesela bağımsız sinemacı Cem Yılmaz’dır ekonomik olarak bakarsak. Şu anlamda sinemadan para kazanarak tekrar sinemaya para yatıran, kendi sermayesiyle bunu yönlendiren. Bağımsız sinemacı budur. Bizde bağımsız biraz şey gibi kullanıyoruz gişe alanın dışında olan, seyirciye yönelik ama gişeye yönelik iş yapmayan, daha çok bu işin sanat tarafı ile ilgilenen.
Amerika’daki bağımsız sinema kavramı şöyle bir şey, büyük yapımcılar var 100 milyon dolar, 200 milyon dolara film çekenler var. Bir de 5-10 milyon dolara daha küçük ama daha prestejli işler yapan. Ama işte 5-10 milyonu yatıran da gerçekten o parayı geri alan, yeni filminin sermayesini de tekrar kendisi kazanan işi bu şekliyle döndüren yapımcılar var. Bunlar herhangi büyük bir endüstri koluna bağlı olmaksızın, büyük yapım tekellerinin parçası olmayan, yılda bir ya da iki film üretebilen yapımcıları temsil ediyor aslında. Bizimkilerin işi zor o bakımdan. Böyle bir ekonomik yapı kurulamadığından ana gelir kaynakları 2004 yılında çıkan yasa üzerinden Kültür Bakanlığı’ndan alınan fon ile sürdürebiliyorlar.
İçerik zorlaması nedeni ile, örneğin Kürt meselesi, Ermeni Soykırımı, cinsel içerikli yapımlar bir font olarak buralarda ret ediliyor. Bunun üzerine bir de barış imzacısı akademisyenlere destek için imza toplayan 460 sinemacı var. Bunların 100’e yakını aktif üretim yapan yapımcılar, zaten bunlar baştan ret edilenleri temsil ediyor, bu durumdan dolayı Bakanlıktan fon alamıyor. O yüzden bağımsız film alanındaki yapımların giderek düşeceğini söyleyebilirim kalite olarak. Çünkü bakanlık şundan vazgeçmedi, her yıl 30 filme verecek o parayı. Bu işi iyi yapanlara vermeyi kesti. Dolayısıyla belki buradan yeni yapımlar üreten genç bir kuşak çıkar, ki bunu göreceğiz. Ya da gerçekten boşa harcanan bir kaynak olacak.
Türkiye’de kolektif bir dağıtım ağı mümkün mü? Türkiye’de kolektif bir şeyi nerde ve ne zaman başarabildik mesela?
CHP’nin demokrat kadroları, solcular, sosyalistler ve Türkiye’deki demokratlar olarak neyi kolektif olarak başardık ki… Kültürel alan da böyle bir şeyi başaralım. Ama şöyle ben Türkiye’nin özgün koşullarında yerel yönetimlerin bu alanda da insiyatif alması gerektiğini düşünüyorum. Daha doğrusu sektörün de yerel yönetimleri bu alanda insiyatif almaya, merkezi bir planlama yapmaya zorlaması gerekiyor diye düşünüyorum.
Mesela bölge belediyelerine kayyumlar atanmadan önce Diyarbakır’da bizi bir toplantıya davet ettiler, bütün bölge belediyelerinin kültür- sanat ile ilgilenen sorumluları da oradaydı. Kürt sinemacı arkadaşlar vardı, Türkiye’den gelen arkadaşlar vardı. Diyarbakır merkezli bir film festivali nasıl yapılır, neler yapılabilinir konuşulurken, şöyle bir şeyden bahsedilmişti.
Diyarbakır merkezli olmak üzere HDP’nin o zaman Demokratik Bölgeler Partisi’nin elinde olan bütün belediyelerde belli bir nüfüsun üzerindeki belediyelerde sinema salonun olması hedef olarak konuldu. Şu anlama geliyordu bu 50 kentte bu varsa, siz filminizi bu yapıya verdiğinizde 50 şehir dolaşmış olacaktı. Bir de 50 tane de CHP’ye bağlı belediyelerde olduğunu varsaysak, sizin çekeceğiz film 100 kent 100 salonda izleyiciyle buluşmuş olacaktı. Bunun içinde her ikisinin de merkezi bir politikasının olduğunu düşünmüyorum. Bu sadece sinema içinde söylemiyorum, edebiyat söyleşileri için de, tiyatro oyunlarının da gösterileceği salonlar inşa etmek gerekiyor.
İşin bir tarafı bu olabilir gibi geliyor bana. Bunu her yerde söylüyorum: Türkiye’deki en şanslı seyirci Kars’ta. Çünkü oradaki bir grup sinema takipçisi biraraya gelerek Kars Sinema Derneği’de ögütlendiler. Oradaki sinema salonunun belli seanslarını kapatıyorlar. İstedikleri filmi Kars’a getirtip izliyorlar. Çünkü ögütlenmiş seyirci de filmsiz kalmaz. Bu biraz da yayıldı aslında Lüleburgaz, Antep gibi bir kaç yerde de bu tarz topluluklar oluştu. Onun için de seyircinin de biraz insiyatif alması gerekiyor.
Yeni yasayla sorun çözüldü mü?
Yasa sadece sansür meselesi ile ilgili değil, bu büyük yapımcılar ve Mars Grubu arasındaki krizi de çözmedi, erteledi sadece. Ortada iki tekel duruyor, sadece Mars değil diğerleri de tekel. Sinemayı öldüren, diğer filmleri görünmez kılan bir tekel de diğer yapımcılar. Dolayısıyla bu kriz devam edecek. Çünkü pasta bitti. Bu ekonomik krizle birlikte düşünüldüğünde, seyirci sayısının düşmesi, film yapma maliyetinin artması hep bu durumla ilgili. Ne oldu şimdi, mısırdan biraz pay almayla bu durum çözülür mü? Payı bölüşmekle alakalı adil bir yapı olmadığı için ufacık bir şeyde nasıl paylaşırız diye bir durum var. Devlet Mars Grubu’ndan diğer yapımcılara bir parmak bal çaldı şimdilik. Onun için sorun devam ediyor. Kocaman Yeşilçam Sineması çöktü, kaldı ki bunlar hayli hayli çöker.
Tek tipleşen sinema ve seyirci Tekelleşme
Türkiye Sineması’nın üretimi için nasıl bir sonuç doğuruyor?
Burada iki tür durum var, filmler giderek birbirine benziyor ve tek tipleşiyor. Aynı formul işliyor hepsinde. Seyirci de tek tipleşti. Seyirci de sürekli benzer filmleri isteyen, benzer üretimleri talep eden bir noktaya doğru getiriliyor. Başka bir şey yapmaya kalktıklarında seyirci onu istemiyor. Şahan Gökbakar Recep İvedik’e o kadar alıştıyor ki seyirciyi Kayhan diye bir film çektiğinde 600 binde kalıyor. Recep İvedik’e ise 6 milyon kişi gidiyor. Sonuç olarak kendi kazdığı koyuya düşüyor. Seyirciyi sürekli aynı şeylere alıştırınca doğuracağı sonuçlar bunlar oluyor. Cem Yılmaz ne zaman A.R.O.G ve G.O.R.A filmlerinin dışındaki karekterlerden bir şey yapmaya çalıştığında gişe rakamları aşağı düşüyor. Durum böyle olunca yeni film yapmak isteyen gençler ne yapsın. Tek tipleşen seyirciyi yeni bir üretime götürmek zor.