Çocukluğumuzda, var olanın kıymetini bilmeyip, nankörce yaklaşana ‘izan kor’ diyorlardı. Suni sınırların çekilmediği, herkesin ve her şeyin ortak yaşama şansının olduğu o eski efsanevi zamanlarda, insanlar ‘izan kor’ değilmiş; var olanın ruhu olduğuna inanırlarmış. Üstelik bu inanışları, sadece canlı olan insan, hayvan ve bitkiler ile de sınırlı değilmiş; taşın, ataşın, alet ve edevatın da ruhu olduğuna inanır, incitmemeye özen gösterir, koruyup kollarlarmış. Bu ruhun halen korunduğu Dersim’in köylerine gittiğimde, yaşlı insanların taşa, ağaca ve toprağa bahşettikleri kutsiyet beni derinden etkilemişti.
Eski zamanlarda, doğa tüm sınırsızlığı ile ellerinin altındayken, insanlar, hayvanları keyiflerince değil ihtiyaçlarınca avlıyorlarmış. İhtiyaçları yoksa bir taşı bile yerinden oynatmıyorlarmış. Bir de günümüze bakın, bu ataların asil ruhlarından savrulanlar, çorak ruhları ile bırakın taşı, insanı bile bin yıllık köklerinden koparıp atıyorlar. Trajediler hafızalara kazınıyor. Üç kuşak, aynı topraklarda yan yana yatamayan bedenlerin, ruhları ancak buluşabiliyor. İyi ki de insana ve doğaya düşman bu zihniyet, ruhun büyüsüne inanmıyor, yoksa o boyuta da el atar ve aşk ile taptıkları sınırlarını çekerlerdi.
Ve nasıl ki ‘coğrafya kaderse’ yaşamda paydaş olan ruhlar da kaderdaştır. Yakılan köyünüz kaderinizi paylaşır, ayrılıklar sadece gideni vurmaz, kalanı da eksiltir, derinden sarsar.
Yeri gelmişken beni de derinden sarsan, bir sandalyenin kısa trajik öyküsünü anlatayım sizlere. Şıko Dayı ve ben ile kaderdaş olan bir sandalye. Şıko Dayı yaşamından çıktığında, tahtlıktan düşüp, eşik önüne konulmuştu, ben yaşamından çıktığımda ise kıyametini yaşayacaktı. Şıko Dayı geçim derdi belasına, 1970’li yıllarda İstanbul’a taşınmıştı. Çocukları olmadığından, bir ömür boyu tek başına çalışmış; taşı toprağı altın denilen İstanbul ona karşı pintilik yaptığından rahat yüzü görmemişti. Seksen beş yaşında köyünün hasreti ile gurbette öldüğünde, orada defnedilmişti.
Bizler de köydeki kardeşinin evine taziyeye gittik. Taziye evinin kapısında on beş, yirmi kadar beyaz plastik sandalye yan yana dizilmiş, dizimin sonuna da tahtadan, el yapımı çok eski bir sandalye konulmuştu. Tüm ısrarlara rağmen, gidip onda oturdum. Başsağlığı verip, kısa bir sohbetten sonra, ev sahibine oturduğum sandalyeyi sordum. Oda bana abisi Şıko’nun olduğunu, 1940’lı yıllarda odasını yaparken, kalan tahtalardan yaptırdığını, İstanbul’a taşınınca da, artık unuttuğundan mıdır, götürmek istemeyişinden midir, kendilerinde kaldığını, ama plastik sandalyeler moda olduğundan beri, kıymetten düştüğünü, soğuk bir ses tonu ile anlattı.
Hali, ahvalini anlatıyordu. Moda belasına eşiğe bırakıldığından, bedeninde mevsimlerin izini taşıyordu; kar, yağmur, çamur, güneş ve ayaz derin çatlaklar oluşturmuştu. Ayrılan ayakları, demir tellerle bağlanmış, düşen çivilerin yerine, yanına yenisi çakılmış, kimisi yamuk çakıldığından gövdesini yarmıştı. Defaat kez boyandığından, yüzü rengârenkti.
Kalkmaya yakın utancımı yenip sandalyeye talip olduğumda, beni kırmadılar, ‘verelim’ dediler, ‘ama yıkayıp, boyayıp öyle gönderelim’ dediklerinde, ‘aman aman büyüsü kaçar, ruhu incinir, bu hali ile götüreyim’ dedim. Aldım, getirdim, yıkadım, sanki yası sonlanmıştı, rengi açıldı, çalıştığım yerdeki odanın en müstesna köşesine koydum, yetmedi bir de şiir yazdım:
Bir taziye evinde rastladım ona,
hepsinin en sonundaydı.
Naylondandı diğerlerinin yüzleri,
soğuktu.
Onun ki doğallığındaydı.
Derindi yüz çizgileri ve tonlarca rengin tonu vardı.
Acep,
kaç kişi
acısını çığlığa,
sevincini naraya dökmüştü,
şahitliğinde.
Ve
kaç sevdalın
sevgiliye söylenmiş sözlerine
şahitlik etmişti.
Her gözü ilişen misafirim, sandalyeyi soruyor, ben de keyiflice öyküsünü anlatıp şiirimi okuyordum. Misafirler şaşkın, sandalyem mutlu, ben de keyifleniyordum. Lakin bu mutlu tablo çok uzun sürmeyecekti. Memlekette felaket tantanaları çalanlar, beni de onun yaşamından çalacaklardı.
Yedi yıldan sonra memlekete geri döndüğümde, duydum ki, beni mahpus damına atan ruh fukarası ruhsuzlar, onu da kalorifer kazanına atmışlar.