İnsanların çok büyük bir bölümünü etkisi altına almış, bir salgın hastalık gibi yayılan nur topu gibi yeni bir hastalığı var modern dünyanın. Bu hastalığı psikoloji bilimi bir yanıyla anksiyete olarak tanımlasa da bu kavram yaşanan bu hastalığı tam karşılayamıyor. Anksiyete insanın yaşadığı kaygı bozukluklarını tanımlamada kullanıyor. Bunca yokluğun, yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin, yarınının ne olacağını bilememenin olduğu koşullarda insanların anksiyete yani kaygı bozukluğu yaşaması elbette çok normal. Ve bunca güvensiz, güvencesiz ortamın söz konusu olduğu koşulların elbette çok büyük bir nüfus için geçerli olduğunu da söylemeden geçmemek lazım. Normal koşullarda aslında insanın anksiyete yaşaması, kaygıya kapılması son derece normal bir insan tepkisi ve bir savunma mekanizması. Kaygıya kapılmak, insanın yaşamını düzenlemesinde, işlerini yoluna koymasında bir uyaran işlevi görmektedir. Ancak süreklileşen bir güvensizlik ortamı, kaygıyı da sürekli ve kesintisiz hale getirince bu durum insanı teslim alan bir hastalığa yol açıyor. Yine de kaygı bozukluğu baş edilebilesi, üstesinden gelinebilesi bir hastalık olarak geliyor bana. İlk cümlede bahsettiğim yaygın hastalık anksiyete değil.
Benim bahsettiğim hastalık literatürde daha çok “ennui” olarak tabir ediliyor. Bu hastalığın adı genel tabiri ile “can sıkıntısı”. Romalıların, nefret ettikleri şeyleri tanımlamak için kullandıkları ennui kelimesi Latinceden Fransızcaya, oradan da İngilizceye geçerken can sıkıntısını karşılamak için kullanılır oldu. Evet insanlığın baş belası, çağın vebası bir ruh hastalığı olarak “can sıkıntısı” uzun bir süredir zuhur etmiş bulunmakta ve hayatlarımızı süratle etkisi altına almaya başlamış bulunmaktadır. Ancak can sıkıntısı ile baş edemeyen çok eğitimli düşük bir popülasyon can sıkıntısı nedeniyle psikologa başvurduğunda bir tanıya kavuşabildiğinden henüz bir bilimsel veri olarak can sıkıntısının çok yaygın olduğu iddia edilemez belki. Zaten can sıkıntısı da daha çok okumuş, eğitimli, entelektüel kaygıları olan insanlara vehmedilen yahut layık görülen bir hastalıktır. Öyle ya yoksulun, cahilin, ne işi olur sıkılmakla, yahut günde on iki saat çalışıp, günün birkaç saatini de işe gidip dönmek için yolda geçiren insanların sıkılmaya vakti mi vardır ki sıkılsın.
Can sıkıntısı değil, canın sıkılmaması asıl hastalık oysa bana göre. Şöyle dönüp çevremize bir bakalım, insanların birbirleriyle ne kadar az konuştuklarını, sohbet ettiklerini, misafirliğe gidildiğinde bile yüzlerin ya açık olan televizyon ekranlarında ya da eldeki mobil telefonlarda olduğunu görürüz. Sohbet etmenin lezzetini bilen, can sıkıntısının en iyi dost sohbetlerinde söndürüldüğünün deneyimine sahip olan insanlar için bile artık dostun yüzü değil bir soğuk ekran yüzü can sıkıntısının nihayete erdirildiği yer olarak vücut bulmakta. Mobil telefonunun unutulduğu yahut pilinin bittiği durumlarda insanların nasıl bir telaşa kapıldıklarını, bu sorunu çözmek için nasıl bir gayret içine girdiklerini görmek bile bize insanların bu cihazdan yoksun kaldıklarında nasıl bir can sıkıntısı yaşamaktan korktuklarını çok gösteriyor. Çünkü insanlar artık hiçbir şeyi beklerken, beklemenin tevekkülü ile beklemiyorlar. Gelecek treni, otobüsü beklerken, ameliyattan çıkacak yakınını beklerken, kavuşacağı bir insanı beklerken, dinleyeceği konseri, izleyeceği bir filmi beklerken beklediği şeye yoğunlaşarak beklemiyor. Beklediğin şeye yoğunlaşmak, onu düşünmek, onunla hemhal olmak değil midir kavuşma anını derinleştiren, kavuşmanın yoğunluğunu büyüten, bekleme anlarını bir emeğe dolayısıyla bir değere dönüştüren? Yanlarında her daim bu bekleme anını dolduran bir ekran ile dolaşıyor insanlar. Bekleme süresi doluyor, gelmekte olan geliyor, kavuşma bir nirvanaya değil sıradan bir eyleme dönüşüyor. Sıkılmayı unuttu insanlar. Dolayısıyla sıkılmak değil sıkılmamak bir hastalık olarak cereyan ediyor. Sıkılmanın ortaya çıkardığı yaratıcı enerjiyi kaybetti insan. Küçük çocukları kendi başlarına bıraktıklarında kendi aralarında bir oyun kurmayı dahi beceremiyorlar. Çünkü çocuklar sıkılmayı, sıkılma duygusundan kurtulmak için bir yaratıcılık geliştirmeyi, bir oyun kurmayı beceremiyor. Çünkü sıkılmasınlar diye anne babalar çocuklarının yanına bir ekran veriyorlar her daim. Canı sıkılmayan, yani yaratıcı enerjisi olmayan, yani bilim ve sanat üretemeyecek bir nesil yetişiyor.