Üç yıl geçti Yeni Yaşam’daki ilk yazımın üzerinden. “Merhaba” diyerek başlamıştım. Gazete yeni çıkmıştı, dijital ortamda yayınlanıyordu. Bir süre sonra basılı yayın hayatına geçti ama hep baskılarla karşılaştı. Dağıtım olanağı bulamadı uzun süre, her yere gitmiyordu, birçok bayi, sorulduğunda “biz onu satmıyoruz, satmayız da” diye terslemeye kalkıyordu. İlan geliri yok, reklam alamıyor, her türlü baskıya direniyordu. Yine de Covid-19 ya da koronavirüsle dilimize pelesenk olmuş, “pandemi” olarak anılan öldürücü salgına kadar her türlü zorluğu aşarak baskıya devam etti. Pandemiyle birlikte dijital ortama geçmek zorunda kaldık. Umarım kısa zamanda tekrar baskıya geçer ve mücadelesine devam eder.
Yeni yılımız hayırlı olsun.
Bir aya yakın süre önce evde geçirdiğim küçük bir kaza sonucu yürümekte, hatta oturmakta bile zorluklarla karşılaştım, hala sıkıntıları sürmekte. Telefon ettiğim doktor yakınım ise “amca dayanabiliyorsan hastaneye gelme, kısa zamanda atlatırsın” deyince, evden çıkmadım.
Evimiz en üst katta ve çatıda güzel bir terasımız var. Eve kapanma döneminde oradan yararlanırız diye düşünüyorken, birkaç soğuk günde uğramadığımızdan çıktığımda, işgale uğradığını gördüm. Martının biri gecekondu yapmış ve içine de iki yumurta bırakmıştı. Bizi yaklaştırmadılar ve ilk kez dün çıktım, bir yavru görebildim ve onlarca martının tehditkar çığlıklarla tepemde dönmeleriyle karşılaşıp tekrar içeri girdim. Sanırım daha uzun süre bize teras haram. Ne yapalım, sağlık olsun. Bu nedenle iki hafta da yazı yazamadım. Hoş, gazete için çok da büyük bir eksiklik olmadığını sanıyorum. Benim için teselli veren yanı ise iki dostumun arayarak, “yazını göremedik, artık bıraktın mı” demesi oldu. İlk yazıdan bu yana sanırım iki hafta hariç, hemen her hafta yazmaya çalıştım.
İlk yazımda sevgili Musa Anter’den söz etmiştim. Apê Musa’nın yıldönümüydü. Kalleşçe bir cinayete kurban gitmişti. Musa Anter’e biz, “Musa Abi” derdik. Bize göre “ap” olmayacak kadar gençti. 1961’de İstanbul’a geldikten sonra belki 62 başında tanıştık. İlk kez Avukat Ziya Şerefhanoğlu ile tanışmış, daha sonra Musa Abi ve Edip Abi (Karahan) ile tanıştık. Biri Dicle-Fırat, biri Roja Welat gazetesini çıkarıyordu. Öğrenci arkadaşlarla Edip ve Musa ağabeylerin evlerine de gitmiştik defalarca. Edip beyin eşi Hidayet hanımla, yıllar sonra İstanbul Barosu Kütüphanesi’nde karşılaştık ve yıllarca benim bir tür sekreterliğimi de yaptı. Saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum hepsini.
O dönem sanırım Dicle Fırat’ta yayınlanan Kürtçe bir Urfa türküsü hala ezberimde. Kımıl felaketine uğrayan ekinlerin yarattığı yoksulluğu anlatıyordu:
“Qimil hati lo apo, bi refaya rebeno,
Xwari gennim lo apo, hişti kayê rebeno…
“Kımıl geldi be amca, raflar ile, zavallı ben! buğdayları yedi be amca, samanı bıraktı, zavallı ben!”
Kürdün derdi kımıl, Kürdün derdi kuraklık, Kürdün derdi ötekilenme, unutulma, savaş. Bu sıkıntıları dile getiriyorlardı bu “abi”lerimiz.
Gerek Musa, gerekse Edip ağabeylerle ikisi de aramızdan ayrılıncaya kadar zaman zaman görüşürdük. Hepsi de nur içinde yatsınlar.
Bugün 27 Mayıs. Altmış yıl önce lise son sınıf öğrencisiydim. Bir cuma sabahı sokağa çıkma yasağıyla uyandık ve ordu iktidara el koymuştu. Bayar-Menderes ikilisinin Demokrat Parti iktidarının yarattığı anti demokratik ortama ekonomik zorlukların da eklenmesi ve iktidarın kurduğu olağanüstü yetkili Tahkikat Komisyonu’nun kendini hukukun üstüne çıkaran tutumu karşısında başlayan öğrenci hareketleri sonunda ordu, iktidara el koymuş ve hükümeti düşürmüş, iktidar mensuplarını Yassıada’ya toplamıştı. Cemal Gürsel başkanlığında 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi’nin ilk işi yine Kürtlere dönmek olmuştu. 55 Kürt kanaat önderini Sivas’ta kampa almıştı. Bunların arasında gerçekten ağalık yapanlar vardı belki ama örneğin avukat Faik Bucak ve benzeri ağalıkla ilgisi olmayan halk önderi aydınlar da vardı. Ayrımcılık yapmıyorlardı güya ama Cemal Gürsel, Elazığ’da “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” diyerek inkârcılığın “daniska”sını yapıyordu. Yapılan 1961 Anayasası da yine sözde ayırımcılık yapmayan demokratik bir metindi ama “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” diyerek tek etnisiteli bir devlet yapısı getirmişti. Hala mutluluk Türklerin tekelindeydi, hala varlıklarımızı Türk varlığına armağan etmek zorundaydık.
Bu haftaya bayramla başladık. Şeker Bayramı’nın tüm insanlığa ve halklarımıza mutluluk ve barış getirmesini dilerim. Umarım artık düzenli ve yasaksız bir döneme geçeriz.