Adnan Yücel, Ateşin ve Güneşin Çocukları nehir şiirinde Kürt tarihini; direnişleri, yarattıkları, var ettikleriyle olduğu kadar ihanetleri ve iç zayıflıklarıyla da resmeder. Bir destan tadı bırakan bu nehir şiir, imgelerini tarihten, mitolojiden, doğanın sınırsız renk ve deviniminden devşirir. Çıkış noktası Diyarbakır zindanında dayatılan ihanet ve teslimiyete karşı alevleşen bedenlerdir. O alevlerin dağları nasıl tutuşturduğu, tutuşan o dağlarda arınan bilincin ovalara-şehirlere ulaşarak yeni bir destanın tohumlarına nasıl dönüştüğünü anlatır.
Bu nehir şiirin tüm dizeleri bir imge sağanağı gibidir. Herbiri zamanın bütünlüğünü, dünün “bugün” olduğunu, bugünde geleceğin filizlendiğini hissettirir insana. Diyarbakır zindanındaki direnişten çıkışını alan şiir, Kürt tarihinin derinliklerine doğru inip çıkar, düne gitmişken bugüne uzanır, oradan bugündeki geleceğin nasıl mayalandığına varır. Bu şekilde gidiş gelişlerle zamanın nasıl bir bütünlük içinden aktığını duyumsatır.
Şiirin en önemli teması direniş ve kendini direnişle, başkaldırıyla varetmektir, ama yanı başında ihanet de vardır. Ezilen haline gelen bir ulusun-halkın yakasını hiç bırakmayan ihanetin tarihin derinliklerinde nasıl kuluçkaya yattığı resmeder. Bu ihanetin tarihin daha ileri sıçramalarının önünü nasıl barikatladığını, yarının yaşanmasını nasıl engellediğini canlandırırsınız kafanızda.
Sınıfsal bakar Yücel, sınıf ve ezilen halklar mücadelesinde ihanetin de sınıfsal bir nitelik taşıdığını bilir. İdris-i Bitlis’in Kürt topraklarının çitlenip parçalara bölünmesinde oynadığı rolü imge diliyle anlatır mesela.
O imgelerin belki de en vurucularından biri “Dört ayrı ülkenin rüzgârlı dallarında/Savrulup duruyorsun yaprak yaprak” dizeleridir. Bitlisi’den başlayan bölünme, sonrasında dört parçada vücut bulur. Bir ulusun yurdunun ilhak ve işgalle dört ayrı coğrafya gibi görünmesi sürecinin ana düğümünün o dönem atıldığını ifade etmek ister. Sonrasında yeniden bir bütün olabilmenin iradesinin kaybedildiğini, bunu kazanmak için yapılan her hamlenin egemen ulus devletler tarafından nasıl bastırılıp katliamlardan geçirildiğini anlatır. Tüm bunlara ihanetin nasıl eşlik ettiğini imge diliyle dizelere döker.
Yücel’in dizeleri bugünü de anlatır aslında, şu anda yaşananları… Kürtlerin dört ayrı parçadaki tarihsel toplumsal kazanımlarına o 4 ayrı devletin nasıl bir tahammülsüzlükle saldırdığını yaşayıp görüyoruz. Hiçbir statülerinin olmaması, hiçbir toplumsal örgütlenmeye gidememeleri, gitmişlerse de onun direniş içinde oluşan hafızası da dahil her şeyinin yok edilmesi için yanı başımızda neler yapıldığını biliyoruz. Son olarak Barzani’nin denetimindeki bölgeleri çeşitli çıkar ilişkileri temelinde birer birer boşaltılarak TSK’ya teslim edildiğini izliyoruz. Kürdün yakasından düşmeyen ihanet tarihin bu kritik eşiğinde bir kez daha o karanlık yüzünü kustukça Yücel’in dizeleri dün içindeki bugünü ve bugün içindeki geleceği bir kez daha hatırlatır.
“Toprağın yüreğinde topraksız kalan/Bir nice yurt içinde yurtsuz olan kim” diye sorar şair. Günümüzde “nice yurt içinde yurtsuz kalan” Kürtlerin “birleşik bir yurt” yaratmak da değil, sadece siyasal varlıklarının kabul edilmesi için bile hangi bedelleri ödediğini, hangi engellerle karşılaştıklarını biliyoruz. Her karşı koyuşlarında hangi kıyımlardan geçirildiklerini, bu kıyımların sadece kentlerin yerle bir edilmesiyle değil, zindanlarla, psikolojik savaşın çeşitli biçimleriyle, doğanın bile başka bir coğrafya duygusu yaratacak şekilde yerle bir edilmesiyle her gün her gün tekrarlanıyor bu. İhanet de öyle…
“Gittin bir münkire gönül verdin/Bir halife sözüyle kendini hançerledin” diye özetler İdris-i Bitlisi’nin ihanetini şair. Güncel ihanetin simgesi olan Barzaniler ise birilerine “gönül verdikleri” için değil tamamen kendi maddi çıkarları, gelecek hesapları üzerinden yapıyor bunu. Küçük çıkar hesaplarıyla…
Orada da “Dört ayrı ülkedeki” topraklara da kök salmış özgürlük tutkusunu, yaratılan güçlü direniş belleğinin kendini yeniden üretecek doğasını hiçbir ihanetin söküp atamayacağını, silikleştirip yok edemeyeceğini tarihten biliyoruz. Ama bunun bir kez daha kanıtlanması değil mesele, kanıtlanma zorunluluğunu ortadan kaldıracak birleşik bir mücadelenin örülebilmesidir.
24 Temmuz 2002’de ölümsüzleşen kavganın şairi Adnan Yücel’in Ateşin ve Güneşin Çocukları kadar Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek nehir şiirlerinin imge dilini hayatın pratik dokusuna taşıma zamanıdır.