Otoriter yönetimleri, faşist diktatörlükleri bu neoliberal dünya düzeni, bu para piyasaları doğurmuşken, şimdi sanki o düzenin bu diktatörlüklerden rahatsız olduğunu düşünmek mantıklı mı?
İstanbul’un yeni dönemi ve Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınmasıyla ilgili tartışmalarda üç sihirli sözcük, hayatımıza yerleşip kaldı: İsraf, bağımsızlık ve liyakat… Maymuncuk gibi sözcükler! Her kapıda işe yarıyor ve üçü de meşruiyetini AKP’nin berbat uygulamalarından sağlıyorlar. Bir yanda hanedan ve şatafat düzeni, diğer yanda hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK’a atama gibi tuhaflıklar, bu kavramları besliyor ve öyle görünüyor ki aynı kavramlar, yakın dönemde AKP’yi tasfiye eden ya da ‘düzelten’ süreci besleyecek. Yandaş kalemler ‘hep bundan kaybettik’ mealinde mızıldanırken, muhalefet cephesinde de yeni süreç bunların üzerine kuruluyor.
Ama aslında böylece daha derin sorunları gizleyen bir ideolojik salgı da yayılmış oluyor.
Merkez Bankası mesela… Tuhaf bir ‘bağımsızlık’ hikâyesi var ortalıkta. Kimileri MB’nin ve ekonomi kurumlarının ‘bağımsızlığı’nın neoliberal bir IMF/DB dayatması olduğunu çabuk unutmuşa benziyor!
Sahi, kimden bağımsız olmalı ekonomi? Siyasi iktidardan. Peki, kime bağlı olmalı? Uluslararası para piyasasına! Başka bir yanıtı olan var mı? Biz, ekonomi denilen şeyi, ‘Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinası’ gibi kendi kendine çalışan bir mekanizma mı sanıyoruz? Yok öyle bir şey. Uluslararası sermaye diye bir şey var; yeni süreçte dünyayı büyük bir rulet masasına çeviren bu mekanizma, 80’lerden beri bir yandan kölelik ilişkilerini dünyanın varoşlarına yıkıp ucuz emek havzaları yaratırken, diğer yandan da bütün sosyal haklar ve kamusal kurumları yok ediyor. Bunu yaparken de siyasal pürüzlerin ayağına dolanmasını istemiyor, ‘popülizm’ diye bir heyula icat edip her türlü itirazı o çuvalın içine tıkıştırıyor. Hukukla, demokrasiyle filan da ilgisi yok bunun. ‘Hukukun üstünlüğü ve demokrasi olmadığı için yatırımlar gelmiyor’ lafı da koca bir yalan. O diktatörler, o soluk aldırmaz baskı rejimleri olmasa ucuz emek depoları nasıl yaratılabilirdi ki? Sendikaların belini kırmadan, Memur-Sen’ler olmadan kamu sözleşmelerini üç kuruşa bağlayabilir misin? Uluslararası sermayenin en önemli talebini yerine getirerek emekliliği kabir azabına çevirmek, sokakları ezmeden mümkün müdür? İnşaat işçilerini içeri tıkmazsan, gazeteciliği tehlikeli bir meslek haline getirip, basın açıklamasını bile suç haline getirmezsen, her canı isteyen sokağa çıkıp ben şunu istiyorum derse, yüksek kârlar nasıl ortaya çıkar? EYT’yi Erdoğan mı yarattı sanıyoruz biz mesela? 30 yıldır ‘mezarda emekliliği’ dayatan sistem onun ikide birde ‘eyyy’ diye atarlandığı sistem değil mi? Burada saçma bir yumurta-tavuk ilişkisi yok ki. Otoriter yönetimleri, faşist diktatörlükleri bu neoliberal dünya düzeni, bu para piyasaları doğurmuşken, şimdi sanki o düzenin bu diktatörlüklerden rahatsız olduğunu düşünmek mantıklı mı?
Peki, uluslararası sermayenin bütün temel isteklerini yerine getiren, kamu kurumlarının tümünü tasfiye edip, sosyal hakları yok eden, emeği ucuzlatan bir iktidar neden sevilmiyor artık? AKP’nin içinden dışından hamlelerle neyin hazırlığı yapılıyor?
Yapılıyor, çünkü çok abarttılar! Kimi tutuklarsan tutukla, umurunda değildir onların. Ama keyfi davranışlar ve çalıp çırpma işleri, belli bir düzeyi aşarsa, sosyal tehlikeler artar, düzenin ‘sürdürülebilirliği’ sıkıntıya girerse, üstüne bir de ‘fetihçi’ serüven merakları ortaya çıkarsa, işte onu sevmezler. Sevmezler ve yeni seçeneklere bakarlar. Yoksa ekonominin bağımsızlığı tümüyle saçmadır ve doğru da değildir zaten. Siz, iktidar olsanız ve eşitlikçi-demokratik bir düzen kurmak isteseniz, MB ve ekonomiyi yönetmeden nasıl yapacaksınız bunu?
Demem o ki, alametlere bakılırsa eğer, tamam, bu sonbaharın farklı olacağı görünüyor. Belki kartlar yeniden karılıp yeni oyunlar kurulacak, vs. vs… Ama her ne olursa olsun, sizin ‘üçüncü yol’ dediğiniz hat, iktidar sözcülerine laf yetiştirmekten farklı bir şey olmak zorundadır artık. Belki bunun için kavramların sihrini bozmak ve onları yeniden tanımlamak gerekir. En azından üçüyle başlanabilir ve AKP’nin ‘israf’ının işin ekstrası olduğu, asıl israfın neoliberal vahşi kapitalizmden doğduğu, ‘liyakat’ın gerçek anlamının ‘işi bilmek’ değil, halka layık olmak şeklinde düşünülmesi gerektiği, ‘bağımsızlığın’ da aslında halkın çıkarlarına bağlılıkla anlamlı olacağı yeniden ortaya koyulabilir.
Belki o zaman işe ‘maymuncuk’la değil gerçek bir anahtarla başlanabilir.