Bana on gün sonra geldi. Aslında bekliyordum, geleceğini biliyordum. Yine de öyle dayanılmaz, öyle keskin, öyle ani geldi ki, bilincimin hızla karanlığa sürüklenmesini, kulağımın enkaz altından gelen seslerle dolmasını, bedenimin parçalanmasını bir başkasını izler gibi izledim. O ana kadar, toplantılara katılmış, bildiriler yazmış, sağa sola koşturmuş, kimilerine akıllıca gelen çıkarsamalar yapmayı becermiş, yemek yemiş, uyumuş, hayatta kalmıştım.
Ama bu zamanlarda bile geleceğini biliyordum.
Gelince, yaralı bir hayvan gibi sığınacak kuytu aradım. Yaralarımı yalayacağım karanlık bir köşe. Bunu da biliyordum, hayvana dönüşeceğimi, insan olarak varlığımın en derin köklerinde yatan şeye sığınacağımı… Acı bedenle çekilir.
İnanır mısınız, o anda bile solculara adeta yaradılıştan musallat olmuş bir refleksle, çözüm bulmak için, bana düşman hale gelmiş zihnimle mücadele ediyordum. Bu acıyı çektiğini adım gibi bildiğim cümle insanlara söyleyecek bir kelime, önerecek bir yöntem, bir çare arıyordum can havliyle. Karşılarına çıkacak, bir metin kaleme alacak, şöyle yaparsanız bu ölesiye acıdan kurtulursunuz diyecektim. Ama olmadı. Sonunda onca sözcüğün, onca kavramın arasında tek bir sözcük sıyrılıp çıktı. O da yazının başlığında duruyor: Şifasız.
Bu kelime öyle bir yer tuttu ki içimde, öyle güçlü bir biçimde bana hâkim oldu ki, teslim oldum. Bu en saf haliyle bedenimin bilgisiydi.
Topluca yaşadığımız bu acının herhangi bir şifası yoktu. Geçmeyecekti, azalmayacaktı, bizi kemirip duracaktı. İçimize yerleşen şeyle birlikte yaşayacaktık artık. Ne yapacaksak onunla birlikte yapacaktık. Eskiden yaptığımız her şey bize yabancı ve tuhaf gelecekti. Politik tutumlarımıza, insani davranışlarımıza yön verecekti. En kötülerimiz, en bencillerimiz, en çıkarcılarımız bile kurtulamayacaktı. Kendilerine rağmen davranacaklardı bundan böyle. Bu sözlerde şimdi uzun uzun anlatamayacağım bir hikmet sezmiş olmalıyım ki “kendine rağmen” sözcüklerinin altını çizmeden geçemiyorum.
Daha önce deprem adı verilen katliamla birlikte girdiğimiz zamanın, devrimci bir süreç olduğunu söylemiştim. Şimdi bu devrimci sürecin şifasız sözcüğünün hakimiyetinde işleyeceğini biliyorum. Hatta bu sözcüğü hem kendim, hem benim gibiler için bir güvence olarak görüyorum.
İlk önce bedenimden yani en güvenilir kaynaktan gelen bu korkunç bilgi karşısında ne yapacağımı bilemesem de şifasız sözcüğünün anlattığı hali ne pahasına olursa olsun korumak gerektiğine, ona sarılmak, onu adeta bir pankart, bir bayrak gibi taşımak gerektiğine inanıyorum. Şifasız bir acıyla karşı karşıya olduğumuz bilgisinden nasibini almamış hiçbir politik tutum derde deva olmayacak.
Bana lütfen mücadeleyle şifa bulacağız demeyin. Onu ben de yapıyorum, hatta kendimi insan gibi hissettiğim yegâne zamanlar bunlar; halkın katillerini nasıl alaşağı edeceğimize, nasıl daha iyi örgütlenebileceğimize, sürecin olanaklarını nasıl halkın yararına değerlendirebileceğimize kafa yorduğum zamanlar.
Ama kulak verin, başka bir şey söylüyorum!
Görünürde hiçbir politik yönü olmayan bu sözcük “şifasız”, bizi köreltmek, umutsuzluğa sevk etmek, aklımızı kaybetmek, elimi kolumuz bağlamak, kendi acımıza gömülmek anlamına gelmiyor. Tersine kuracağımız her mücadele stratejisine hiçbir iktidarın, hiçbir zorbanın, hiçbir egemenin elimizden alamayacağı bir güç katıyor.
Algımızın, duygularımızın her yandan hücum eden sonsuz sayıda ve egemenlerin kontrolünde imgelere boğulduğu bu dünyada, bedenli olarak, şifasız acı içindeki bedenlerimizle bulunmak, ister istemez bir parçası haline geldiğimiz korkunç endüstriden tamamen kopmak için bedelini seve seve ödeyeceğimiz olanaklar barındırıyor.