Yaşadığımız coğrafyada, devletin kaynağını teşkil ettiği şiddet, hiçbir zaman gerçek anlamda tartışılmadı. 1915 ve 1938, Kürdistan’da gerçekleşen katliamlar, 1960’lar, 70’ler, 6-7 Eylül olayları, askeri darbeler, askeri darbe sonrasında yaşanan devlet kaynaklı şiddet…
Bu şiddet olayları, hiçbir zaman gerçek anlamda tartışılmadı ve devlet, bugüne kadar faili olduğu tüm suçların üstünü örttü.
Bu, sadece bugünkü iktidarla açıklanacak bir mesele değil. O nedenle her hak ihlalinin temelini AKP ile başlatmayı doğru bulmuyorum. Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapısını ve onun yerleşik hale getirdiği resmi ideolojiyi, resmi ideolojinin yasakladığı ihlal alanlarını tartışmadığınız sürece, bu coğrafyada hiçbir şey değişmeyecek. Ancak son günlerde, daha doğrusu son yıllarda, şiddetin devlet diliyle bu kadar yaygınlaştırılması, gerçekten çok korkutucu boyutlara ulaştı.
Devleti temsil edenler, eskiden de hep şiddet dilini kullandılar. Hep ayrıştırıcı, hep ötekileştirici, hatta ırkçı bir dili tercih ettiler. O zamanlar, bu şiddet dilinin yayılması, bu kadar çabuk ve kolay olmuyordu. Ama artık sosyal medya diye bir gerçekliğimiz var. Devletin kullandığı ve şiddet ürettiği her konuşma, her açıklama, her yaklaşım topluma, şiddet olarak geri dönüyor. Özellikle şiddet “meşrulaşıyor”, kitlelere yayılıyor.
Geçtiğimiz hafta bir örnek yaşadık. Son derece karşı olduğumuz bir olaydı bu. Bir çatışma sırasında -adli bir suçlu ile polisin arasında yaşanan çatışmada- genç bir kadın polis yaşamını yitirdi. Onun yaşamını yitirmesine neden olan ve toplumda artık çok yaygınlaşmaya başlayan suç tipolojisine uygun olan fail yakalandı ve yakalandıktan sonra tüm toplumun gözleri önünde işkenceye maruz kaldı.
Her şeyden önce şunu düşünmek gerekiyor. Bu 19 yaşındaki insan, nasıl bu kadar suçun faili haline geldi? İşte, biraz önce sözünü ettiğimiz bu şiddet dili, bu şiddet dilinin yaygınlaşması, yaygınlaşarak fiziksel hale dönüşmesi maalesef ki genç insanları da bu şiddet girdabının içine aldı. O kadar çok genç var ki şiddet eğilimi olan. Özellikle Telegram gruplarında örgütlenen, adını bile bilmediğimiz birçok örgüt kuruluyor.
Ancak suçu işleyen, ne kadar ağır bir suçun faili de olsa Türkiye Cumhuriyeti devleti hem kendi iç hukuku, hem de altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle, işkence ve kötü muameleyi yasaklamış. Birçok sözleşmenin altında imzası olduğu gibi Birleşmiş Milletler’in işkenceye karşı protokollerini de imzalamış. O nedenle İçişleri Bakanı’nın olayın ardından yaptığı bu şiddeti, bu işkence görüntülerini destekleyen açıklaması da ayrıca akıl alır gibi değildi.
Devletin kullandığı dil ile meşrulaşıp topluma yayılan bu şiddet eğilimi maalesef ki öncelikle kadınlara, çocuklara ve LGBTİ+ bireylere yöneliyor. Bugün coğrafyamızda 1 ayda en az 30 kadın öldürülüyor. Bu çok önemli bir rakam ve bu sadece kamuoyuna yansıyanlar, kamuoyuna yansımayan olayların olduğunu da hepimiz biliyoruz. Çocuğa yönelik şiddet, özellikle son geçen bir ay boyunca hep birlikte yaşadığımız Diyarbakır’da Narin isimli çocuğun öldürülmesi, şiddetin nasıl da meşrulaştırıldığının ve feodal değer yargılarıyla, devlete bağlı olan kişi ve ailelerin şiddeti nasıl kolay örgütleyip kullanabildiklerinin de en açık göstergesi oldu.
LGBTİ+ bireylere yönelik şiddet ise devletle de sınırlı değil. Maalesef ki toplumun tüm kesimleri bu örgütlü şiddetin ve şiddet algısının esiri olup homofobik ve transfobik saldırılara girişmekte en ufak bir kaygı duymuyorlar.
Burada esas korkutucu olan, hukukun, uygulanan bu şiddetin koruyucusu olması. Maalesef ki birçok kadına yönelik şiddet davası ya da özellikle ırkçı partinin mensuplarının örgütlü olarak işledikleri suçların üstü daima örtülüyor. Trans cinayetleri çoğunlukla cezasız kalıyor. Burada, hukukun da şiddetin adeta bir kılıfı olarak ortaya çıkması son derece korkutucu.
Bir örnekle bitirmek istiyorum. Bugün bütün coğrafya Sinan Ateş’in öldürülmesi olayını tartışıyor. Sinan Ateş eski bir Ülkü Ocakları mensubu. Aralarındaki nedenini bilmediğimiz çatışma sonrasında, Ülkü Ocakları tarafından hain ilan edilmiş ve Ankara’da gün ortasında vurulup öldürülmüş. Burada bu cinayetin Ülkü Ocakları tarafından planlandığı son derece açık maddi delilleri ile ortada. Ama maalesef ki yargı kendisine verilen görevi yerine getirerek bu davanın örgütlü bir cinayet olarak görülmesini engelliyor. Ancak burada şunu çok açık söylemeliyiz ki Sinan Ateş davasında en azından Ülkü Ocakları’nın bu davadaki fonksiyonu birçok kesim tarafından tartışılıyor. Ancak maalesef ki bundan 3 yıl önce, İzmir’de, HDP binasında katledilen Deniz Poyraz davasında Ülkü Ocakları tartışılamadı. Çünkü biz istediğimiz kadar dile getirelim, failin Ülkü Ocakları ile bağlantısının araştırılmasını isteyelim, yine de mahkeme bunu yerine getirmedi.
Mahkeme bunu yerine getirmediği gibi toplumda da konuşulmadı. Bugün Sinan Ateş davasını araştıran ve toplumda tartıştıran gazeteciler de Deniz Poyraz davasında sessiz kaldılar. O nedenle biz, devletin şiddetine karşı çıkarken, kendi ikircikli taraflarımızı da, kendi mağdur seçiciliğimizi de tartışmalıyız diyorum.