Sezgin Tanrıkulu, bir hukukçu, yetkin bir avukat, yorulmaz bir insan hakları, özgürlük ve demokrasi savunucusu, nerede bir haksızlık/hukuksuzluk/adaletsizlik varsa hep orada, velhasıl yüreği ezilen hakların, sömürülen sınıfların tarafında atan biri… Bu kadarı dinci-faşist rejimin onu neden hedefe koyduğunu anlamaya yeter… Tanrıkulu bir parlamenter. Parlamento, Fransızca parler fiilinden türemedir. Konuşulan, tartışılan yer, seçilmişlerin meclisi demek… İnsanlar onu sorunları konuşsun, tartışsın, öneriler, çözümler sunsun diye seçip oraya gönderiyor… Bir televizyon kanalında söyledikleri, Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama” ve “Halkı kin ve düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama” suçu işlemiş… Elbette bu kadar çok suça teşebbüs edenin peşine düşülür… Vakit geçirmemişler hemen hakkında fezleke hazırlanmışlar… Bu tür kanun maddeleri olur mu? “Demokratik Laik Sosyal Hukuk Devletinde” bal gibi oluyor…
Hakkımda defalara TCK’nın 301’inci ‘devletin manevi şahsiyetini aşağılama’ maddesinden dava açıldı. Yaptığım savunmalarda, devletin manevi şahsiyeti diye bir şey olamayacağını, maneviyatın insana mahsus bir şey olduğunu, kürsünün, duvarın, klasörlerin, daktilonun… maneviyatı olamayacağını söylemem bir işe yaramıyordu…
Şimdilerde ‘demokratik, laik, sosyal hukuk devleti’ denilen halk düşmanı rejimin yüzyıllık tarihi, kitle katliamlarının, sistematik işkencenin, siyasi cinayetlerin, ‘faili meçhul’ denilen cinayetlerin, askerî darbelerin ve pogromların tarihidir. Bütün bunları kim yaptı? Bu rejim varlığını ‘iç düşmanlarla’ mücadeleye borçludur… Düşmansız yapamaz… Halktan gelen hiçbir hak talebine asla olumlu cevap vermez… Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kutsaldı, onun doğrudan devamı olan ‘cumhuriyet rejiminde’ daha da kutsaldır… Eğer devlet kutsalsa, gerisi teferruattır denecektir… Herhangi bir hak- özgürlük talebine olumlu cevap verirse, onu yeni hak taleplerinin izlemesinden korkar… Yol bir kere açılırsa arkası geleceğini düşünür…
İyi de neden bu kadar kolay yönetebiliyorlar, manevra alanları neden bu kadar geniş? Bu ülkenin tarihinde emekçi halk kitleleri hiçbir zaman toplumsal-siyasal sürece müdahil olmadı, olamadı… Hiçbir kavşakta bir irade ortaya koyamadı… Başka türlü söylersek, Padişahın tebası, kulu cumhuriyetin yurttaşı olamadı… Zaten 1923-46 dönemi tek adam, tek parti diktatörlüğüydü… 1946 da güya çok partili sisteme geçildi ama sadece ‘devlet partilerinin’ kurulmasına izin verildi… Söz konusu olan sahte bir ‘demokrasicilik oyunuydu’… Siyasi partiler ve seçimler emekçi sınıfları aldatmanın-oyalamanın araçlarıydı… 1946-60 döneminde emekçi sınıfların, işçilerin, köylülerin, kadınların parti kurması yasaktı, yasağa rağmen kurulanlar da kapatıldı… 1960 askerî darbesinden sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi rejim için bir tehdit sayıldı ve 12 Mart, NATO’cu-Amerikancı darbe tarafından kapatıldı… 12 Eylül 1980 darbesi demokratik- sol muhalefeti ezdi ve dinci gericiliğin önünü sonuna kadar açtı… 2002’de Siyasal İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla süreç daha da hızlandı. Şimdilerde adı konmamış bir İslamî rejim adım adım yerleşmekte… Mevcut düzen partilerinin bu tırmanışı durdurması mümkün değil… Zaten öyle bir niyet, bir perspektif de yok… Tam tersine dinci iktidarın değirmenine su taşımakla meşguller…
Şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu ‘kriz’ kavramı karşılamıyor… Bu bir “çöküş” hali ki, çöküş geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Müesses nizamın partilerinin, siyasi aktörlerinin ortaya çıkan yeni durumla yüzleşebilmeleri asla mümkün değil… Yeni siyasi öznelere yeni bir perspektif ve paradigmaya ihtiyaç var… Başka türlü söylersek, paradigma değişmeden şeylerin seyrini değiştirmek mümkün olmayacak… Hem perspektifi ve paradigmayı değiştirmek gerekiyor ve hem de vakitlice yapmak gerekiyor… Eğer hazinenin, bütçenin ve doğanın yağma ve talanı bu günkü tempoyla devam ederse, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacak…
Esasen sorun sadece bizi angaje etmiyor… ‘Batı Uygarlığı’ da denilen kapitalizm insanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşıdı… Sistemin peydahladığı sosyal kötülüklere (açlık, işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma, manevi yozlaşma, pandemiler…) doğa tahribatı eşlik ediyor ve bu ikisi birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyor… İklim krizi denilen bir tevatür değil… Fakat sorun sadece ‘iklim kriziyle’ sınırlı değil… Canlı türleri de hızlı bir tempoyla yok oluyor… Ekosit denilenin hızı ve kapsamı artmış bulunuyor… Bilinmesi gereken bir şey daha var: Kapitalizm ehlileştirilebilir, reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Dolayısıyla kapitalizm dahilinde bir çözüm mümkün değildir… Reformist hezeyanların bir karşılığı yok… Velhasıl ne ile cebelleştiğini bilmek büyük önem taşıyor…
Paradigmayı değiştirmek gerekiyor. Paradigmayı değiştirmek için de düşünce tarzımızı, üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı vakitlice değiştirmek gerekiyor… Mevcut siyaset anlayışıyla, “müesses nizamın” siyasi aktörleriyle çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil… Yeni siyasi özneler yeni bir perspektif ve paradigmayla sahaya çıkmadan şeylerin seyrini değiştirmek mümkün olmayacak…
Asıl yapması gerekeni yaptığı için cezalandırılmak istenen Sezgin Tanrıkulu dostumuz yalnız değil, arkasında milyonlar var…