“Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey, düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliği olacaktır.”
(Martin Luther King) Mutlak tecridin kaldırılması talebiyle başlatılan açlık grevleri dördüncü ayını geride bırakırken, hapishanelerde sayısı 7 bini bulan tutsağın katılımıyla yayılarak büyüyor. Açlık grevleri 12 yıllık tutsak Zülküf Gezen’in feda eylemi sonrası yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bir bütün olarak Kürt halkının yaşadığı acılar karşısında sessizlik duvarının arkasına sığınan toplumsal muhalefet ve sosyalist hareketin büyük çoğunluğu, tecrit politikaları ve bu politikaları durdurmak adına yürütülen açlık grevleri eylemleri karşısında da aynı sessizliğin arkasında durmayı tercih etti. İktidar, hapishanelerden gelecek ölüm haberlerine yatırım yapıp, Kürt düşmanlığı üzerinden seçim siyaseti yürütürken, sarayı durdurmak adına ortaklaştığını iddia eden toplumsal muhalefet sarayla paralellik taşıyan bir yerden, benzer bir sessizliğe büründü. Bu sessizliğin arkasında sarayın Kürt sorununu kriminalize eden Kürt düşmanı söylemi belli oranda etkili oldu. Meclisteki partiler, sarayın Kürt halkının iradesi olarak meclise gönderdiği HDP üzerinden yürüttüğü “ terör” diline teslim olup HDP ile aralarına mesafe koymak için çırpınırken, Meclis dışındaki toplumsal muhalefet de Kürt halkının talepleri ve mücadelesine uzak durarak, bu dile teslim olmuş oldu. Bu sessizliğe ve teslim oluşa ilk cevap Tekirdağ hapishanesinde kendini feda eden Zülküf Gezen’den geldi.
Toprağı kanla yoğrulmuş, tarihi katliamlarla yazılmış coğrafyada yoksulluk ve zulüm altındaki halkların birbirlerine yaklaştığı ve birbirleriyle kaynaşıp ortaklaştığı tek şey yaşanmış ve yaşanmakta olan acılarıdır. Toplumsal acılar, toplumun birleştirici unsuru olarak öne çıkmıştır. Aynı göğün altında yaşayıp, aynı acıların sıcağında kavrulmadığında, halklar birbirlerinin acılarına sırtını dönüp, acılarını yarıştırmaya başladığında, aynı coğrafyada ortak ve beraber yaşamanın imkânlarının tükendiği de kabul edilmelidir. Halklar birbirlerinin acılarına ses vermelidir.
Devletin hapishanelerde tutsakların hak talepleri üzerinden başlayan ve aslında tüm toplumun yaşamsal haklarının hapishane boyutuyla ifadesi olan açlık grevleri karşısında ne kadar aymaz bir tutum takındığı ve ne kadar vahşileştiği, 19 Aralık F Tipi operasyonlarıyla açığa çıkmıştır. Bugünden dönüp geriye bakıldığında, 19 Aralık’ta yapılan katliamın, aslında hapishaneler üzerinden tüm toplumu teslim almayı amaçladığı görülmektedir. Devletin otoriterleşmesi ile başlayan ve bugün saray zulmünün kurumsallaşarak sürekli hale getirilmesi çabalarına dönüşen saldırganlık hapishane direnişini, kanlı baskınla sonlandırarak pervasızlaşmıştır. Bugün devletin benzer bir tutum takınma potansiyeli yüksektir. Kabul edilmelidir ki hapishanelerdeki direnişçilerin taleplerinin kabul edilmesinin yolu, dışarıdaki büyük çoğunluğun yükselen sese ses vermesiyle mümkün olur. Herkes, açlık grevcilerinden gelecek olası kötü haberleri beklerken Zülküf Gezen tutsakların, grevcilerin ölümünü beklemeyeceğini, kitlesel ölümleri ve yıkımı durdurmak adına bedenlerini feda edebileceklerini ortaya koydu.
Bu feda eyleminin bir uyarı olduğu görülmelidir. Binlerce tutsak çocuğunun açlık grevlerine yattığı, Kürt halkının bu grevler karşısında batının sergilediği sessizliği unutması mümkün olmayacaktır. Sarayın baskı iktidarının ülkeyi getirdiği nokta, kazanılmış haklarını kullanmak için insanların ölümüne mücadele etmesi gerektiği olmuştur. 18 Mart‘ta mahkemesi görülmeye başlanan ÇHD üyesi avukatlar, avukatlık görevlerini yerine getirdikleri için devletin zulmüne uğrayanları savundukları için, Soma’da katliama uğrayan işçilerin yakınlarına sahip çıktıkları için hukuksuz bir şekilde tutuklandılar. Avukatlar sadece hukuk uygulansın diye elli günü aşkın süredir açlık grevindeler. Onlar gibi İmralı’daki yasadışı tecridin sona erdirilmesi, her tutsakta olduğu gibi Abdullah Öcalan’ın da ailesi ve avukatları ile serbest görüşebilmesi için yani devletin yasalarının uygulanması için binlerce tutsak açlık grevinde. Devlet bu taleplere kulağını tıkayarak, kendi zorba iktidarını mutlaklaştırmak istiyor. Sarayın bu talepleri görmezden, duymazdan gelen tavrının altında, kazanılmış bütün hakların yok sayılması ve iktidarın keyfi uygulamalarının halka dayatılması yatıyor. Tecridin kalkması tüm siyasi anlamlarının yanında sarayın bu keyfiliğine dur demek anlamını da taşıyor.
Mutlak tecridin sona erdirilmesinin, devletin savaş politikalarında değişikliğe gitmesi anlamına geleceğini herkes biliyor. Yine herkes Kürt halkına karşı yürütülen düşmanlığın, sarayın şahsında cisimleşen AKP-MHP-Ergenekon ittifakının birleştirici harcı olduğunu da biliyor. Ve herkes devletin hapishane politikalarındaki zorbalaşmanın topluma yeni bir baskı dönemi olarak döneceğini de yaşayarak öğrenmiş bulunuyor. Saraya dur demek, halkların ortak coğrafyada eşit ve kardeşçe yaşamasını savunmak adına Leyla Güven’in sesine ses, nefesine nefes olmak gerekiyor. Sessizlik, saray politikalarının sürdürülmesine hizmet ediyor. Yeni ölümler yaşanmadan, halkların yan yana yaşam umudu kırılmadan harekete geçmek, sessizlik duvarını kırmak gerekiyor.