Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabının kahramanı Selim, eşi Bilge’ye yazdığı bir mektubunda şöyle der: “Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleri ile ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunmazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır.” 1960’larda Holokost tanıklıkları ile başlayan ve özellikle Sovyetlerin yıkılması ile doruğa ulaşan yeni hafıza rejiminde artık direnerek yaşamını yitirenler değil, savaş ortamında şiddetin hedefi haline gelmiş sivil mağdurlar konuşabilecektir. Bu yeni hafıza/anma rejimi, yasa koyucuyu tartıştırmadan, bütün devlet cebrini verili hukuk çerçevesi içerisinde değerlendirir ve insanların maruz kaldıkları şiddetten kaynaklı mağduriyetlerinin giderilmesini de tamamen bu “hukuk” alanı içerisinde tartışır. Bireysel hak temelli bu yaklaşım özellikle insan hakları, yerinden edilme, insani yardım gibi temalar etrafında kümelenen sivil toplum ağıyla daha da kurumsallaştı. Kobanê’de YPG saflarında DAİŞ karanlığına karşı savaşırken yaşamını yitiren devrimci Paramaz Kızılbaş (Suphi Nejat Ağırnasli), “Halkların Demokratları Kimlerdir?” başlıklı bir yazısında bu durumu “meşruiyeti masumiyetten, masumiyeti mağduriyetten türeten” bir bakış açısı olarak tanımlar. Bu yeni anma rejiminde artık direnişçiler değil, kurbanlar vardır. Niçin direndikleri değil, o direniş esnasında bazı “masum sivillerin” çok korkunç bir şekilde insan haklarının hiçe sayılarak öldürülmeleri vardır. Yaşamlarını ortaya koyarak yükselttikleri direnişlerinin anlamı değil, yaşamlarını solduran yasa koyucu şiddetin kudreti konuşulur.
Direniş benzerlikleri
Bütün bir tarihi, bir mağduriyet tarihine dönüştürmenin ve bunun üzerinden okumanın burada sayamayacağım kadar yaygın ve ana akım bir söylem repertuvarı oluşmuş durumda. Örneğin bu “mağduriyetli geçmiş zaman” ile çekimlenen hatırlama ve anma rejiminde Ermeniler, Kürtler, Süryaniler için mağduriyet sürekliliği ve özdeşliği ön plana çıkarılırken, direnişin sürekliliği görmezden gelinir. Oysaki bu halklar için en az mağduriyet benzerliği kadar direniş benzerlikleri de vardır. Ermenilerin Zeytun’da, Sason’da, Van’da; Süryanilerin Midyat’ta, Hezex’te, Iwardo’daki öz-direnişlerini hatırlayalım. Ya da daha güncel bir örnek olması açısından Sur’u ele alalım.
Sur’un 1915 deneyimi
1915’in Nisan ve Mayıs aylarında bugünkü Sur ilçesinin Güney tarafında Ermenilerin ağırlıkta yaşadığı mahallelerde adım adım yaklaşan soykırımı gören devrimci Ermeni gençleri kendi yaşam alanlarını tehcire, talana, yağmaya karşı korumak amacıyla bir direniş hazırlığı içerisine girdiler. Resmi tarih tezlerinde Ermenilerin merkezi otoriteye isyanı olarak geçen ve adına “Dam Taburu” denen bu oluşum, aslında olmakta olan katliama karşı bir öz-savunma direnişinden başka bir şey değildi. İsminin Dam Taburu olma sebebi ise Ermeni direnişçilerin Vali Doktor Reşid’in askerlerinin tehciri sürdürmek için mahalleye girmesini önlemek üzere damlarda mevzilenmeleridir. Dönemin resmi yazışmalarına “Dam Taburu” olarak geçen bu direnişin öznelerinin gerekçelerine ve akıbetine benzer bir deneyim, bundan tam yüz yıl sonra bu defa YDGH bünyesinde örgütlenen Kürt gençlerinin inisiyatif almasıyla yine aynı mekânda gerçekleşecekti. Bu, şiddetin sürekliliği olduğu gibi direnişin de sürekliliği olduğunu gösteren bir örnek olarak da okunabilir.
İtalyan tarihçi Enzo Traverso, Sol Melankoli (Mélancolie de Gauche) isimli kitabında sosyalist rejimlerin krize girmesi sonrasında ortaya çıkan yeni hafıza rejiminde, geçmişin işlenmesi sürecinde yaşanan sapmayı sol açısından ele alır. Solun tamamen itibarsızlaştırıldığı bu yeni anma rejiminde, sosyalizm pratikleri artık Stalin ve Gulag rejimi ile özdeşleşmiştir. Artık ne Nazi işgaline ne Franco faşizmine ne de kolonyal devletlere karşı direnenler değil, bu süreçte yaşamını yitirmiş savunmasız siviller adına ve onlara dair konuşulabilecektir. Direnenler de ancak mağduriyetlerini teyit edecek bir masumiyet iknası taşıyabildikleri oranda konuşa-ula-bilecektir. Traverso, bu yeni rejimden çıkışın ihtimalini barındıran bir devrimci melankoliden bahseder. Devrimci melankoli, “kurbanların hafızasını kutsayarak, onların angajmanlarını dışlayan ya da görmezden gelen egemen hümaniter diskurdan farklı olarak yenilenlere odaklar bakışını. Geçmişte kaybedilmiş mücadeleler ile ilgili trajedileri, kurtuluş vaadini de içeren bir yük ve borç olarak görür.”
Sürekli egemen anma rejimi
Bugün geçmişi ele alırken direnişi özel alana, fısıltıyla konuşmaya; mağduriyeti ise kamusal alana, bir acınmaya hapseden bu egemen ikilikten çıkma zorunluluğu ile karşı karşıya özgürlük hareketleri. Sürekli egemen anma rejiminin belirlediği sınırlar içerisinde kurulan geçmiş anlatısının dayattığı bu “meşruiyeti masumiyetten, masumiyeti mağduriyetten türeten” perspektifi sorgulamadan, şeyleri adlarıyla çağırmadan hakikate ses vermek mümkün değil. Sadece savunmasızların, sivillerin mağdur olarak görülemeyeceği, birilerinin direnişlerini de teslim ederek onların ne kadar vahşice katledildiklerini de pekâlâ söyleyebileceğimiz bir dile ihtiyacımız var.
Oğuz Atay ile başladık, onunla bitirelim yazıyı: “Onu değerlendirmek, aslında ona ihanetti. Bütün mesele onun yanında olabilmek, onunla birlikte nazariyesini savunabilmekti. Değerlendirmek! Ne kadar boş bir söz. Değerlendirmek, kaçmaktır; değerlendirmek, yalnız bırakmaktır. Yaşantısının ağırlığına dayanamayan birini, yaşarken öldürmektir.”