Bundan beş yüz yıl önce altın yüklü bir gemi eski kıtanın büyük limanlarından birine demir atıyordu. Aynı anda bir başka gemi de yeryüzündeki bütün kara ve denizlerden daha ağır çeken yüküyle Yenidünya’nın vahşi kıyılarına yanaşıyordu. O günlerin sabahında Avrupa’nın doğusundan yola çıkan bir adam ise kıtanın en batısına, dünyanın kalbinin attığı ülkeye bir an önce varmak için durup dinlenmeksizin at koşturuyordu. Eski dünyasına neşeyle dönen adam gemiden bir servetle iniyordu, yüreği ilahi bir kaygıyla çarpan adam elinde evrenin ağırlığınca bir kitapla Yenidünya’nın kıyılarına ayak basıyordu. Birine servet, ötekine tanrının sözü indiğinde dünyanın dengesini bulduğuna inanan atlı ise yeryüzüne mutluluk, adalet ve aklı ebediyen hâkim kılmaya taç denen mücevher işlemeli bir altın halkanın yeteceğini düşünerek yanıp kül olmuş şehirlerin birinde geceyi geçirmek üzere atından iniyordu.
Tanrı’nın sözünün yankılandığı Yenidünya’da kan, servetin aktığı eski dünyada kıtlık, atlının geçtiği topraklarda yangın hüküm sürüyordu. Altın nereye giderse kıtlık ve kıran onu izliyordu; tanrı, bir rahibin ağzından nerede dile gelse orada otlar sararıyor, on kişiden dokuzu can veriyordu; atlı nereden geçerse kulübeleri alev alıyor, köylüler nihai mutluluğu bulduğu darağaçlarında sallanıyordu. Altın parlıyordu, kutsal kitap aydınlatıyordu, rüzgâr gibi uçan atın nallarından kıvılcımlar saçılıyordu. Ve tanrının yeryüzündeki temsilcisi elleri kesilmiş, gözleri oyulmuş yaşlı adama soruyordu: “Buralarda yerlilerin tembellikten kendilerini öldürdüğü doğru mu?” Ve düşlerinden artıp gövdesinden eksilmiş adam, “Efendilerinin onları yorgunluktan ölünceye dek çalıştırdıkları doğru” diye cevap veriyordu. Boyunlarından birbirine zincirlenmiş kadın ve erkekler giriyor, oyulmuş dağların kalbinden altın ve gümüş çıkıyordu. Yerliler bıçak veya zehirli ot bulamadığından toprak ve taş yiyip hemen ölmeyi tercih ediyorlardı. Geride kalanlar, gökyüzünde iyi kalpli beyaz adamla karşılaşma ihtimali bulunduğundan kutsal suyla vaftiz olmaktansa ateşle yıkanmanın akıllıca olacağı konusunda hemfikirdiler.
Bundan beş yüz yıl önce tanrı cömert davranıp karanlığa mahkûm ettiği topraklara da ışığından serpmeye karar veriyordu. Bunun için eski dünyaya altın ve gümüşü, Yenidünya’ya dua ve İncil’i göndermeyi uygun buluyordu. O yüzden Peru ve Şili ticaretinin bağlandığı Panama’da görkemli bir şehir kuruluyordu. Sokaklarında ipekler içinde yüzen tacirler, takıştığı mücevherler altında güçlükle hareket eden kadınlar, ihtişamlı bir şekilde koşumlanmış katır sürülerine rastlanıyordu. Santiago de Cuba’da olduğu gibi burada da altın ve gümüş yerlilerin işine yaramıyordu. Sütunları külçe gümüşten, duvarları değerli mermerden inşa edilen katedrallerden o tek yasa, çiftçilere siyahi köleleri yakma, yerlileri de paramparça etme hakkı verdiğini ilahiler eşliğinde duyuruluyordu. Kolonilerde efendi köpekleri yerli çocuklarının etleriyle besleniyor, tek bir şölende neşeyi bulsun diye bir vali beş bin yerliyi bir defada çarmıha geriyordu. Callao’da yerliler son nefesini verirken Paris’te, Venedik’te, Milano’da, Madrid’te Yenidünya’nın volkanlarının kaynar halde altın püskürttüğü, Aztek şehirlerinin külçe altından olduğu konuşuluyordu. Almanya’dan Hollanda’ya, oradan da İspanya’ya gitmekte olan atlı, beş yıl önce geldiği aynı vadilerden, aynı patikalardan, aynı bataklıklardan, aynı ormanlarından ve aynı sazlıklardan geçerken kalbi umutla çarpıyordu. “Başardım” diyordu, “bütün bir imparatorluk şimdi avuçlarımın içinde” diye sayıklıyordu.
Servet yokluğu, ihtişam sefaleti çağırıyordu. Avrupa limanlarına mallar akın ediyordu, bütün dünya ticarete açılmış ve gemileri dünyanın her yanından değerli yükler getiriyordu, ama çarşılardaki esnaflar, sokaklardaki insanlar, köylerdeki köylüler, her yerde halk hiç olmadığı kadar yoksuldu. Yiyecek fiyatları artarken ücretler durmadan düşüyordu. Bu akıl sır ermez yükselişin sebebi neydi? Altın tahtına kurulmuş yeryüzünün efendisi soruyordu, konuşun diyordu. Âlimler dile geliyordu: Bu dönemin yoksulluğu bizzat ticaretin gelişmesinden kaynaklanıyordu. Fatihler, yerlilerin kanı ve teri pahasına elde ettikleri altını eski dünyaya taşıyarak fiyat artışına neden oluyordu. Ticareti ele geçirmek için şirketler kuruluyor, Avrupa’nın bütün prensleri, kralları bu şirketlere bağımlı kalıyor, yüksek faizlerle onlardan ödünç para alınıyordu. Bu zenginleşme toprak ürünlerinin azalmasına yol açıyordu. Para değer kaybediyordu, ücretler düşerken fiyatlar yükseliyordu. Birkaç kişi büyük servetler ediniyor ve bunları ahmakça bir lüks içinde saçıp savururken, halk açlıktan ölüyordu. Tekelleri, tefeciliği, borsa oyunlarını yasaklamak gerekiyordu, ama…
Servet açlığı, açlık isyanı, isyan baskıyı, baskı ayaklanmayı davet ediyordu. Yoksullar eşitlik, toprak paylaşımı istiyor; şatoları, kiliseleri, manastırları yakıyor, din adamlarını ve senyörleri katlediyor, prenslerin mülklerini paylaşıyorlardı. Köylülerin dayanıksız zaferleri, senyörlerin şaşkınlığı geçinceye. Soylular kendilerine geldiğinde ve güçlerini birleştirdiklerinde isyancıları ezip geçiyordu. Atlı, yakılıp yıkılmış topraklar boyunca ilerliyordu. Köyler küle dönmüştü, tarlalarda ekin yoktu, hayvanlar yanmış çiftliklerin etrafında yarı ölü sürünüyorlardı; yollarda tek bir insana rastlanmıyordu. Bütün isyancı şehirler, kasabalar, köyler ateşe veriliyor, köylüler ağaçlara bağlanmış ve canlı canlı yakılıyordu. Kaçanlar kurtulamıyordu. Soyluların öfkesi yatışmıyor, işkenceler ve kıyımlar birbirini izliyor, köylüler parçalanıyor, dilleri koparılıyor, parmakları kesiliyor, gözleri oyuluyordu. Ve atlı huşu içinde gözlerini yummuş, “Eski dünyaya altın ve gümüş, Yenidünya’ya dua ve İncil, şu kudretli başa da bu uçsuz bucaksız toprakların tacı. İşte benim zamanım ve benim büyük rüyam” diye mırıldanıyordu. İçini yakan bir tek ihtiras, yüreğini kavuran o muazzam alev. Uyandığında başı dönüyor, dudakları kuruyor, delice bir bakış gözlerinin kıyısına gelip oturuyordu. Sanki bu bir tek bakışının yanında bütün çağların ve bin yılların yeryüzünde hiçbir ağırlığı yokmuş gibi karnı deşilmiş bir çocuğun cesedine basarak bir çırpıda atına binip yeniden yollara düşüyordu.