İklim değişimi ve “iklim krizi” siyasi tartışmaları içinde belirleyici olan sera gazlarının doğal ve endüstriyel salınımları ile stratejik yolculuğa katıldıklarını biliyoruz. Endüstrinin katkısının ise nedenselliğinden koparılıp tartışılamayacağı, kapitalizmin tarihselliğinden, varlığından ve belirleyiciliğinden ayrıştırılamayacağını bir kez daha belirtmekte yarar görüyorum.
Pek çok üretim tarafından salınan emisyonlar; salınımlarının ardından, atmosferik şartlarda (sıcaklık, basıç, nem ortamında) taşınarak, doğal varlıklar, sistemler tarafından tutulur (fiziksel, kimyasal, biyolojik reaksiyonlara uğrarlar), ulaştıkları varlıklar üzerinde ve girdikleri süreçlerde olumsuz etkilerini sürdürür. Bu olumsuz etkilerin sonucu türlerin yaşam koşullarının bozulması (kirlenme, değişim), türlerin yok oluşu, atmosferik şartların değişimi (sera etkisi, asit yağmurları vb) olarak gözlemlenir, yaşanır. Ekolojik kriz olarak betimlenen bu durum, ekosistem üzerindeki baskı kapitalizmin krizlerine içkin olarak şiddetlenir.
Sera etkisi yaratan başlıca tesislerin; enerji tesislerinin, jeotermal enerji tesislerin, termik santralların, endüstrilerin soğutma tesislerinin, maden işlemelerinin, çimento fabrikalarının, atık yakma tesislerinin, ulaşım, inşaat, demir çelik tesislerinin, petrol-gaz üretimlerinin 2001 ve 2008 krizinin bağlı olarak, Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerdeki artışı tüm açıklığı ile ortadadır. Bu tesislerin su buharını ve soğutma sularını, yeraltından çözdüğü metalleri ve üretim sürecinde eklediği toksin maddeleri (biocide’leri) atmosfere, sulara, toprağa vermeleri sonucunda yaşamın nasıl yıkıldığına hepimiz tanıklık ediyoruz.
Çanakkale’ye kadar yayılan, Aydın’da tarımsal üretimi bitiren ve yenilenebilir enerji kaynağı sayılan jeotermal tesisler, fosil yakıt yakma tesisi olduğu bilinmesine rağmen Soma’yı, Elbistan’ı, Biga’yı, Trakya, Akdeniz ve Karadeniz sahillerini işgal eden ve her geçen gün teşviklenerek sayıları artan Termik santraller, Edirne ve Silvan Hozat bölgesinde yaşamı sonlamaya, ekosistemi bir daha işlevine dönemez halde yıkmaya aday kaya gazı sondajları, İzaydaş ve pek çok çimento fabrikasında sürmekte olan tehlikeli atık yakma tesislerinde artış “iklim krizi”nin hangi tarafında sayılabilir sizce?
Ya da “iklim krizi” çözümleyicilerinin önerilerindeki fosil üretime son veya yenilenebilirliliğin neresinde anılmalıdır yukarıda sayılanlar; azlık etkisinde mi, yenilenebilirlik aklamasında mı?
Bildiğimiz gibi içindeki milyonlarca canlının barınağı ormanlar, meralar, hatta çalılıklar, sulak alanlar doğada durmaksızın yutak alanı işlevlerini sürdürürler. Üretimlerin yaşamın gerekliliğini aşarak sermaye birikimine dönüşmesi (artı değer üretimi) ile açığa çıkan kirleticilerin; doğal ortam üzerindeki yükü, salınma hızları artıkça, yutak alanların kirletici emisyonları etkisizleştirme hızı yenik düşmektedir.
Kapitalizmin son krizlerini izleyen doğal alanlar üzerindeki diğer sömürü ise doğal alanların doğrudan sermayenin birikim alanı hale getirilmesi, yapılaşmaya, kullanıma açılmasıdır. Dağları, ormanları işgal eden madenleri, rüzgar enerji santrallerini, Marmara’nın kuzey ormanlarını ve sulak alanlarını yok eden otobanları, havalimanlarını, köprüleri, yaylaları yok eden turizm merkezlerini, denizlerin içi dahil her alandan geçirilen/geçirilecek olan enerji nakil hatlarını, dereleri, suları tutuklayan, metalaştıran HES’leri, sulak alanlarının içine yapılacak olan “yenilenebilir” enerji santrallarını “iklim krizi” çözümüne mi sayalım, yenilenebilir oldukları için önerilerimize mi alalım sizce?
Bu siyasi sürecin hangi tarafındayız. Karar verelim; göz mü yumalım yapılanlara, yoksa mücadele edip yaşamı yeniden mi örelim?