Hicri izgören
Okurun ve halkının onur ve gurur duyduğu şiirimizin büyük ustası Ahmed Arif’i 31 yıl önce (2 Haziran 1991) kaybettik. Aradan yıllar geçse de şiirleri zulasında sevdasıyla okuyucu nezdinde dipdiri duruyor hala.
Nazlı filintası şiirimizin. Mısrayı haysiyet bilmiş, kavgalı, yaralı ve sevdalı şair. 1927’de Diyarbakır-Hançepek’te başlayan bir yaşam Ankara’da son bulsa da şiirleri dilden dile dolaşımda oldu hep. Çünkü yazdığı şiir zamanın törpüsüne dayanıklı bir şiirdir.
Ahmed Arif şiiri yazılmış ve yazılmakta olan şiirlerin çok ötesinde yeni ve özgün bir şiirdir. Kendi dönemini ve sonraki kuşakları etkileyen ve esinleyen bir şiir Onunkisi. Etkileyen ama asla taklit kabul etmeyen özgün, nevi şahsına münhasır dedikleri türden bir şiir.
Ömrünü adadığı toplam 19 şiirden oluşan tek bir kitap yazdı. Ölümünden sonra kitabın yeni basımlarına daha önce yazdığı ama kitabında yer almayan kimi şiirler de eklendi.
***
Ahmed Arif şiiri elbette bir kavga şiiridir ama gözden kaçırılmamalıdır ki bu şiirler aynı zamanda yoğun bir sevda ve aşk içeriklidir.
Alışılagelmişin ötesinde özgün bir imge, her dizenin arka planında tarih ve felsefe örgüsü eksik olmaz. Ondaki şiir işçiliği bir kuyumcu titizliğindedir.
İçerisi ve dışarısı, düş ile gerçek iç içedir. Şiirinin öznesi doğrudan kendisidir. Lirizmin doruğundadır. Şiirindeki lirizm destansı öğelerle birleştiğinde ortaya çok güçlü bir imge örgüsü çıkar. Bu imge örgüsündeki göndermeler yoğun tarihsel ve felsefi içerikler taşır. Bu sayede ufuk genişler, dört yön, onaltı rüzgâr, yedi iklim, beş kıta olur. Zindan karasında gözbağı gökkuşağına dönüşür, zemheriler al-yeşil bahar olur. Barış özlemi hiç eksik olmaz:
Ahmed Arif bir kavga şairidir. Öyle bilinir ama aynı oranda bir aşk şairidir O. Öyle bir sevda ki bu, bütün fasıllar bir araya gelse bile kavuşmak mümkün değildir. En toplumsal izleklerde bile ilan-ı aşk makamında bir kara sevda her dem duyumsatır kendini. Ahmed Arif şiiri destan geleneğinden beslenir. Epiktir.
Şairlerin ilk şiirleri sonradan yazdığı şiirlerin yanında biraz acemi, boynu bükük durur. Ahmet Arif’te böylesine bir acemilik göremeyiz. Çünkü O başından itibaren şiirini bir kuyumcu gibi işlemiş, gerektiğinde bekletmiş, demletmiş öylece yayınlamış.
Söylemi yer yer hüzünlü ve kırılgan görülse de dobra, diri ve umutludur. Tek bir dizede bile teklemeden, anlatım sıkıntısı çekmeden.
Bu özgün şiirin ilk farkına varanlardan biri olan Cemal Süreya, onun şiiri için şu saptamalarda bulunur: “Ahmed Arif dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.”
***
İlk hapislik serüveni onu öğrencilik yıllarında yakalar. Sansaryan Han’larında yoğun işkencelerden geçer. Değişik dönemlerde yıllar boyu tutsak kalır. Bu yüzden şiirlerinde zindan izleği hiç eksik olmaz. O, mahpushaneye “mekan-ı Yusuf” der ve bir kutsiyet yükler. Çünkü mahpushane aynı zamanda insanın kendini sınadığı, tarttığı, kendiyle hesaplaştığı ve yüzleştiği bir mekandır. Bu şekilde bakıldığında da dört duvar arasında olsa da yalnız değildir: “Bir ufka vardık ki artık / Yalnız değiliz sevgilim / Gerçi gece uzun gece karanlık / Ama bütün korkulardan uzak / Bir sevdadır böylesine yaşamak / Tek başına / Ölüme bir soluk kala / Tek başına / Zindanda yatarken bile / Asla yalnız kalmamak”
Ahmed Arif’i anlatmak sayfalara, kitaplara sığmaz. Bu yazı Ona bir merhaba, bir saygı duruşu niyetineydi.
Şiirine, anısına saygıyla.