Şengal’in ve Êzidîlerin katliam, kırım, zorla göçertme, asimilasyon ve inanç özgürlüğü gaspıyla örülü tarihsel hafızaları, son 5 yılda yaşanan gelişmelerle tekrar güncellendi. Adeta hızlandırılmış spiral bir tarihsel çember içinde Êzidîler örneğinde ortaya çıkan her hikâye, makus talihlerinin yeni bir örneği, kadim bir replikası gibidir.
Birçoğunuz 73. Êzidî Fermanı esnasında kayalara asılmış genç kadınların saç örgülerini hatırlarsınız belki ama çok azımız bu ritüelin arkasında saklı olan geleneğin sırrını, gizemini, totemini veya tabusunu biliriz. Êzidî kadınların saç örgülerine bakarak onların hem sosyal statülerini hem de yaslı hallerini anlayabiliriz. O yüzden Yakın Doğu’nun birçok kültüründe olduğu gibi Êzidî kültüründe de saç ve onun marifetli halleri çok önemli olduğu gibi tarihin kadim sırrıyla doludur. Kadın saçı bir yandan güzellik, gurur ve övünç kaynağıyken diğer yandan da arkaik bir kutsiyetin sembolü olarak hep boyna dolanan bir ölüm ipidir aynı zamanda. Öznesinin, muhatabının ve belirleyeninin kendisi olduğu bir ölüm ipi. Onun için, solar yüzlerindeki intizar çiçekleri, çürür kâküllerindeki amber, öksüz kalır örgüler bir uçurumun kıyısında ve ağlar gözlerindeki kandiller rüzgârın en sağır anında.
Bu yazının amacı, sözden söz üretmek veya kelamın kadrine kıymet katmak değildir, o uçurumun kıyısındaki kayalara ari masumiyetin kahiriyle bağlanmış örgülerin peşine düşmek, Êzidî kırımını tekrardan hatırlatmak ve Şengal düğümünün anlam derinliğini Şengalli Êzidîlerin hikâyeleri ve hali pürmelali etrafında ifade etmektir. Şengal’in varılan bir anlaşmayla yeni bir kırımın kucağına atıldığı bugünlerde o sahipsiz örgülerin hikâyesinin daha da anlam kazandığını düşündüğüm için kayalara bağlı o örgülerin hikâyesini yazar arkadaşım İbrahim Osman’ın iz sürümüyle anlatmak, bizleri nelerin beklediğini anlatmaktır.
Günlerden pazardı, takvimler 3 Ağustos 2014’ü gösteriyordu, güneş daha yeni yeni yaklaşıyordu, gökyüzüne kara çaputlar bağlayanlar Şengal’e saldırdıklarında. Toprak susuzluktan çatlamış, çöl kadar bedeviydi. Umudun tek damlası yoktu gökyüzünde, ama acı toprağa değmeye hazırdı o sabah. Saldıranların kalpleri toprak kadar çorak, kaçanların yürekleriyse birer hamaktı korku ve tedirginliğin geriliminde. İnsanın kulaklarını kemirircesine öten ağustos böceklerinin senfonisi ve ateş böceklerinin ışık şölenleri bitmeden zebanilerin ölüm karnavalı başlamıştı. Adına zaman dediğimiz git-gel döngüsünün çarklarıysa kendi yörüngesinde her zamanki gibi olanlardan bihaber, kaygısız ve hatta narin narin dönüyordu.
Bir gün önce Şengal kasabasına bağlı Tilbenat köylüleri, başlarına geleceklerden bihaber gökyüzünün şahitliğinde Kırklar Orucu (Çilê Havînê) Bayramı’nı kutlamak için son hazırlıklarını yapmışlardı. Bayramdan dolayı akraba ziyaretleri başlamış, genç gelinler doğdukları ocakları ziyaret için dönüyorlardı. Küskün olanlar barışacak, bir mevsim uzakta kalanlar hasret gidermek için kucaklaşacaklardı. O gün, toplumdan kabul rıza almış anneler, doğdukları ocaklara dönen genç gelinler, akrabalarını ziyarete gelen gençler için en güzel sofraları hazırlayıp kuracak, ak saçlılar köy odalarında Merwanî kahvesi içip, Kersê Vadisi’nin narin tütünüyle pipolarını yarıştıracaklardı. Her sene bayram kutlamasına gelen komşu köylüler, tanıdık akranlar ve kirveler o sabah mekruh bir iş için gelmişlerdi. Êzidîlere yakın komşu ve çevre köylerden gelen bu insanlar o sabah adeta insanlıktan çıkmış, her biri birer caniye dönüşmüştü. Daha düne kadar dost, kirve ve komşu olan bu insanlar birden canavarlaşmışlardı, Êzidî kanı istiyorlardı.
Bin yıllardır Êzidî ana yurdu olan Şengal’e 1974 yılında Saddam tarafından Arap Kemer Projesi kapsamında yerleştirilen o Arap aşiretleri, günün sonunda rollerini oynamak için alana inmişlerdi. Proje, başından beri sıradan bir proje değildi. 9 Ekim 2020 tarihinde Bağdat-Hewlêr arasında imzalanan anlaşmaya çok benzer bir içeriğe sahipti. Sözde yeniden inşa ve kent-köy projesiydi ama toplama kamplarından farksız bir icattı. Yeni kent-köylere yerleştirilen Êzidîler o bilindik Êzidî çemberinin içine alınmışlardı. Şengal Êzidîlerinin kuzeyden Suriye’deki Kürt toplumuyla, doğudansa hakeza Kürt coğrafyasıyla ilişkileri koparılmıştı. Çölden toplanan Araplar bir hançer gibi Êzidî ana yurdunun kalbine yerleştirilmişti. O sabah gelen Arap kirvelerin hangi amaçla geldikleri sonraki günlerde gün yüzüne çıkacaktı. Köy halkı sabah beş gibi silah sesleriyle irkilerek uyandı. Haddad Şeyh Ubeyd’in torunları çöl çekirgeleri gibi saldırıyordu. Gecenin karanlığından daha kara olan o çöl zebanileri her tarafa korku salmak için her yere ateş ediyorlardı. Dağa sığınmaktan başka bir seçenekleri, gidecekleri bir yerleri yoktu Êzidîlerin. Onları koruyan sadece orası vardı, akıllarında, hikâyelerinde ve ruhlarında bütün yalnızlığıyla Şengal Dağı duruyordu. Dağın kuzey ve güney tarafındaki halk hemen dağa sığınmışlardı. Ancak Tilbenat köylüleri de Koçolular gibi köylerini terk etmeme kararı almışlardı. Üstelik Arap kirveleri onlara söz vermişti, dediklerini yaparlarsa kimse onlara karışmayacaktı.
Kirvelikte ihanet, hainlik olmazdı. Kirve sözü kutsal kitaplardan daha üstün ve değerliydi. Önce din değiştirmelerini istediler, sonra mal mülklerini ve sonra da sıra kadınlara geldi. Üçüncü günün sonunda gerçek yüzlerini tam olarak gösterdiler, DAİŞ’in kara elbiselerini giyip, bayraklarını sallayıp, maskeli yüzlerle halkı köy okuluna çağırdılar. Okul bahçesinde toplanan halkı, erkek ve kadın olarak ikiye ayırdılar. Kadınların üzerindeki değerli ziynet eşyalarına el koydular. Ganimetler alındıktan sonra, kadınları yaş ve görünümlerine göre guruplara ayırdılar, itiraz edenleri ise hemen oracıkta infaz ettiler.
Kadınları gruplar halinde araba ve otobüslere bindirdiler, önce Şengal’e sonra Til Afer’e, oradan da Musul’a götürdüler.Suriye’deki şeyhlere satılmak üzere hazırlanan grubun içinde ise Gulê isminde çilli bir genç kadın vardır. Gulê adı kadar gül yüzlü bir kadındı. Güzelliği başına bela olan Gulê’nin namı kısa sürede Rakka’ya kadar ulaşmıştı. Başemirler, Gulê’yi Rakka’ya istediler. Gulê, çirkin görünmek için gizlice yüzüne is sürer, elbiselerini yırtar, saçlarını taramaz ama tüm çabalarına rağmen güzelliğini hiçbir şekilde gizleyemez. Gulê henüz uçmayı öğrenmemiş yavru bir kuş misali avcıların ağına düşer. Gulê hepsinin yüzlerine bakarak intikam yemini edercesine direnir. Direndiği için elleri, ayakları zincire vurulur ve pazar pazar dolaştırılıp “Allah’ın askerlerine” sunulur. Yine de Gulê bir an bile geleceğe olan umudunu kaybetmeden kurtuluş imkânını yakalamaya çalışır. Onun ruhunda kapanmaz yaralar açıldıkça o daha çok yaşama bağlanır. Rakka’nın DAİŞ karanlığından kurtuluşu Gulê’nin de kurtuluşu olur. YPJ’li kadın savaşçılar toz, duman ve barut kokusu içinde zılgıtlar eşliğinde Gulê’nin içinde hapsedildiği kafese ulaşırlar ve Gulê pek gözlerle kendini onların kucağına atar. Uğruna yaşadığı anla buluşur, artık hem güvende hem de özgürdür. Gulê önce Rojava’daki bir Êzidî köyüne gider, oradan ilk defa bir akrabasıyla irtibat kurar. Bir müddet sonra ailesine kavuşmak için Welat Şeyh’e geçer, bütün çabalarına rağmen çekirdek ailesini bulamaz. Gulê durmadan sorular sorar ve ailesinin hikâyesini öğrenmek ister ama hiç kimsenin gerçeği söyleyecek gücü yoktur. O sordukça herkes oracıkta lal ve sağır kesilir. Köyü, DAİŞ’in kontrolünde olduğu için oraya gitmesine izin vermez akrabaları, ama o planlar yapar ve bir gün tan vaktiyle birlikte Tilbenat’a doğru yola koyulur. Dur durak bilmeden, aralıksız yürür. Güneşin ilk ışınlarıyla köyün kuzeyinde bulunan kayalıklara ulaşır; o zirveye doğru tırmandıkça güneş de yükselmeye başlar. Zirveye ulaştığında güneşle yüz yüze gelir, hemen her iki avucunu açıp sabah duasına başlar. Önce annesinin adını, sonra babasının, ardından tek tek kardeşlerinin adlarını anarak avuç içini dolduran güneş ışınlarını yüzüne sürer. Sağ elini gözüne siper ederek yukarıdan aşağıya doğru köyünü seyreder. Çocukluk anıları, annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları, sokaklar, meydan ve onun içini dolduran düğünler, bayramlar, törenler, hepsi bir film şeridi gibi gözünün önünden geçer. O, geçmişin patikalarında gezinirken kayaların dibinden ona doğru gelen kara çaputlu adamları fark eder, o an annesinin sözleri aklına düşer: “Geçmiş fermanlar zamanında hasımların eline geçmemek için birçok genç gelin ve kızın kendilerini uçurumlardan atarak yaşamlarına son verdiklerini” hatırlar.
İlahları bile dehşete düşürecek bu sergüzeşte başvurmak üzere cebindeki küçük çakıyı çıkarır, gözyaşları içinde sıkı sıkıya örülmüş o ihtişamlı balık sırtı örgülerini keser, mufassal bir ürpertiyle arkasındaki bir kayaya asar ve ari ruhuyla kanatlanıp uçuruma doğru süzülür.
Bu hakiki hikâyenin kısa tercümesi, Şengal düğümünün kutsal dağın kayalarına asılı duran örgülerin sırrıyla bağlı olmasıdır, Êzidîler olmadan hiç kimse o sırrı çözemez. Şengal örneğinde o sırrın çözümsüz bırakılmakta ısrar edilmesi, benzer sırların tekerrür etmesinin yolunu açmaktan başka bir işe yaramayacağını bilmeliyiz.