Neğşirvan Güner/ İstanbul
Şair, öykücü, çevirmen, güncel Kürt çağdaş sanatı ve edebiyatının tanınan ismi Şener Özmen’in ‘Yeni Bir Umutsuzluk’ isimli sergisi 6 Nisan’da Pilevneli Gallery’de ziyarete açıldı.
Özmen, Türkiye’deki en kapsamlı kişisel sergisi olan “Yeni Bir Umutsuzluk”, George Lucas’ın yazıp-yönettiği, 1977’de gösterime giren ve orijinal üçlemenin ilk filmi olan “Yıldız Savaşları, Bölüm IV: Yeni Bir Umut”‘tan bir sahneyi, kendisini bir şekilde ilgilendirdiği düşüncesiyle, yeniden ele alıyor.
Özmen’in “Yeni Bir Umutsuzluk” başlıklı sergisi, başta uzun yıllar ürettiği ve yaşadığı kent olan Diyarbakır olmak üzere, son zamanlarda New Jersey, New York ve Berlin’de geçen, on yedi yıllık bir zaman dilimine yayılmış, bilinen ve bilinmeyen üretimlerini içeriyor.
Êzîdî Kürtlerin trajedisi, Sur, Nusaybin ve Cizre’de yaşanılanları hatırlatan Özmen, “21. yüzyılda bunları hepsini dünyanın gözleri önünde yaşadık, bu yeni umutsuzluğu ortaya çıkaran sebepler işte. Benjamin’in ifadesiyle, başlangıç bir kasırgaydı, şimdiki zaman da bir yarık. Hem başlangıcı, hem yarıktaki yaşantıyı görmüşler için, umut, yol gösterecek bir kavram olmaktan çıktı diyorum, en azından benim için” diyor.
Özmen ile son sergisi ve üretimleri üzerine konuştuk.
Öncelikle neden ‘Yeni Bir Umutsuzluk’. Yani umutsuzluk hep vardı ve şimdiki ‘yeni’ mi, bu umutsuzluğu ‘yeni’ kılan ne?
Neden olmasın? Gazeteci Juliette Cerf’in Giorgio Agamben’le yaptığı uzunca bir söyleşi vardı, 2012’de Télérama’da yayınlanmış, söyleşinin İngilizce çevirisi de başka bir sitede –Verso’da– yayınlanmıştı, şöyle diyordu Agamben; ‘her türden radikal düşünce her zaman en uç noktadaki çarsezilik pozisyonunu benimser. Kalplerini safça umutlarla ısıtan insanları sevmiyorum demişti Simone Weil. Benim düşüncem ise şöyle: Umutsuzluğun cesareti. Bu iyimserliğin en uç noktası olamaz mı?’ Eğer bu iyimserliğin en uç noktası ise, ben buradan bakıyorum şeylere ve dünyanın gidişatına.
Hâlâ 19. Yüzyılın kavramlarıyla algılamaya çalışıyoruz yaşadıklarımızı, tanıklıklarımızı, barbarlığı da buradan okumaya özen gösteriyoruz, ancak vardığımız nokta umutsuzluk açısından pek kalınası bir yer değil. Neden olmasın? Çünkü umut, ironik bir şekilde karşıtıyla varolabiliyor, çeyrek asırdır sadece umudu dinledik, umuda kulak verdik, umut edince, mevcut koşullarımızın değişebileceğini de düşündük, buna inandık. Kitleler inanmaya devam etsin, bir ulus için en korkunç zamanlar ne olabilir diye sorası geliyor insanın. 21. yüzyılda bunları hepsini dünyanın gözleri önünde yaşadık, Êzîdî Kürtlerin trajedisi, Sur, Nusaybin, Cizre’de yaşanılanlar, bu yeni umutsuzluğu ortaya çıkaran sebepler işte.
Benjamin’in ifadesiyle, başlangıç bir kasırgaydı, şimdiki zaman da bir yarık. Hem başlangıcı, hem yarıktaki yaşantıyı görmüşler için, umut, yol gösterecek bir kavram olmaktan çıktı diyorum, en azından benim için. Kalan aklımızı çelebilecek yegane kavram, yeni bir umutsuzluk, daha az kafa karıştırıcı üstelik. Kürtler açısından düşündüğümüzde, geçmiş diye bir şey yoktur, sürekli bir şimdiki zaman halinde yaşıyoruz ve başımıza gelenleri bir geçmiş zamana atabilecek ekstra bir zamanımız hiç varolmuyor sanki.
“Yeni Bir Umutsuzluk” isimli serginizin ismi ve ismine ilham olan video çalışmasının temel dönüşümünü bize anlatabilir misiniz?
Serginin başlığı –aynı zamanda videonun da başlığı olan–, George Lucas’ın yazıp-yönettiği, 1977’de gösterime giren ve orijinal üçlemenin ilk filmi olan Yıldız Savaşları, Bölüm IV: Yeni Bir Umut’tan bir sahneyi yeniden yorumluyor. Videonun 43. saniyesinde, kendinden geçmiş bir şekilde dona kalmış aptal bir Luke Skywalker suratı görüyoruz. Fondaki orijinal müzik, sahne biterken tekrar ediyor. Filmin bu sahnesinde, serinin ana kahramanı Luke Skywalker, insansı robot karakter C-3PO ve Droid R2-D2’nun, Kum Halkı’nın saldırısından önce kurtulmalarını izliyoruz. Kum Halkı’nın, yani anlaşılmaz bir dil, daha doğrusu dil bile sayılmayacak bir takım homurtularla olup-bitenlere tepki veren, dönüşmüş, ancak evrimleşmemiş, herşeye rağmen hayatta kalmış Bedevilerin…Sonra, genç Luke Skywalker’ı, kendine özgü sesler ve sinyallerle yaklaşmakta olan tehlike konusunda uyarmaya çalışan R2-D2’nun ne dediğini anlıyoruz. C-3PO, yeni efendileri Luke Skywalker’a, ‘Güneydoğu’dan bazı yaratıkların buraya doğru geldiğini’ söylüyor.
Yeryüzünde bir güneydoğusu olan ve Güneydoğu olarak adlandırılan her yerin, ruhumu daha da ağırlaştırdığını söylemeye çalışıyorum. Yeni Bir Umutsuzluk, Avrupa düşünü yeniden yorumlayarak, Batılı –ve Beyaz! – kahraman arketipinin bir göç ve mülteci kriziyle çıkmaza girdiğini de düşündürtüyor. Ancak mesele, benim coğrafi adlandırmalara ilişkin takıntılı tavrımda gizli. Daha çok yok-yer, yok-dil sayılan alanlarda konuşuyorum.
“Çıkış Var”dan “Yeni Bir Umutsuzluk”a nasıl geldiniz?
Sinyallerini verdiğimi biliyorum, Çıkış Var sergisindeki Canlı Bir Güvercine Barışı Anlatmak başlıklı videoda, Diyarbakır Güvercin Pazarı’ndan ödünç aldığım beyaz barış güvercinine bakışımın umut dolu olduğunu kim söyleyebilir ki!? Sessizce, kimileyin hayret dolu bakışlarla izliyorum güvercinin hareketlerini. Salıverdik sesiyle videoya katkı sunan oğlumla, derken güvercin vuruldu –yani siyaseten– diyebilirim. Bu da mesela, umutla başlayan, ancak önünde sonunda umutsuzluğa varan bir çalışmaydı benim için. O sıra, bunun bir çıkış olabileceği fikri vardı içimde, umuttan kesilmek, sütten kesilmek gibi olacaktı, olsun! Barışı neden bu kadar çok arzuluyoruz? Neden sadece biz arzuluyoruz? Bu noktada bir anomali görüyorum, bu tuhaf, gerçekten tuhaf! Bunlar benim bu yüzyıla dair hissettiklerim…
“Sanat, karanlık zamanlarda sığınabileceğimiz yegâne etkinlik olmaktan çıktı, şiir de öyle…” demişsiniz bir söyleşinizde. 17 yılık çalışmalarınıza baktığınızda siz bir arayışta mısınız ve “karanlık zamanlardan”daki sığınağınız ne oldu? Ya da bir sığınağınız oldu mu?
Anadil bu sığınaklardan biri, hatta en önemlisiydi, ki hâlâ öyle, tabii başta Kürtler ve siyaset dili öldürmezse! Kürtçenin her alanda değer kaybı yaşadığını görüyorum, bu da doğal olarak, Kürtçe yazan beni demoralize ediyor. Etmemeli mi!? Kürtçe konuşamayan, Kürtçe yazamayan, Kürtçe okuyamayan Kürtler (genelde siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler ve sanatçılar, geriye zaten bir şey kalmıyor) sürekli bir özür halinde. Bir diğer anlaşılmaz fenomen de –aslında, nereden baktığınıza bağlı olarak gayet iyi anlaşılıyor– Kürtçe yazmaktan vazgeçen –en azından şimdilik– Kürt yazar ve şairlerin içine girdiği yeni durum. Panik içinde yazıyorlar ve zamanın şimdiden ibaret olduğunu düşünüyorlar. Aşamadıkları binbir türlü şey var, biri de, efendiye yaranmak, efendinin edebiyatı içinden yankılanmak, çok geç ama! Hiçbiri Joyce olmayacak. Alıntı yaptığınız sözlerime gelince, evet, sanat bu sığınaklardan biri değil artık, umutsuzca başka bir yaşamı, başka bir düşünce biçimi ve siyaseti haykırmak gerekiyor. Arayış ise benim sözcüklerimden biri değil, ben keşfederek ilerleyen bir sanatçı değilim, daha çok, geri döneceğini bildiği için, katettiği yolu unutmamak üzere, işaretler koyan biriyim.
“Bariyerin Arkası” isimli çalışmanız ile Diyarbakır’ın Sur ilçesinde olan yıkımı kimi zaman yüksek bir yerden, kimi zamanda içeriden izliyoruz. Aynı zamanda sizinde yaşadığınız kent olan Diyarbakır’da “Bariyerin Arkası”ndan ne anlatmak istiyorsunuz?
Aslında tam da bunu göstermek istiyorum, bu anlatımı aşan bir şey, çünkü anlatmak istemiyorum. Gösterdiğim şey ne? Beton bir güvenlik bariyerinin arkasına projeksiyondan yansıtılmış, Sur’un çatışmalar sonrasındaki –yasakların kalktığı ilk gün– kendi kayıtlarım. Videonun ne girişinde ne finalinde izleyiciyi yönlendirecek, onu bir anlatım sarmalına sokacak hiçbir işaret vermiyorum. Gözü andıran –sanatçının gözü belki de– bir delikten, Sur’un içine girmeye çalışıyoruz. Beton bariyerin soğuk, gri zemininde, zeminin de dokusunu alarak ilerleyen kanlı zamanların ve kezlerce ağırlaştırılmış görüntülerin nerede başlayıp, nerede bittiğini de bilmiyoruz. Peki kim biliyor!? Sorular sormalı bu yerleştirme, değil mi ki bu yüzden orada, bunu hiç anlamayan, görmeyen, deneyimlemeyen bir noktada.
“Energize Berlin”, “Energize Sur” ve “Energize!” isimli video çalışmalarınız temel çıkışı noktaları neler? Berlin ve Sur arasında kurduğunuz bağlantı neye dayandırıyorsunuz?
Star Trek filmlerinden alışık olduğumuz ışınlama sahnesini, yine kendimi merkeze alarak, zorunlu göç ve uyum sorunları üzerinden yeniden canlandırıyorum. Bu triptik video kişisel serüveninden de izler taşıyor; New Jersey’den hemen sonra, Diyarbakır’dan Berlin’e neredeyse ışınlanarak geldim. Star Trek mürettebatının kostümlerini andıran bordo bir kıyafetle, önce Diyarbakır Sur’da, ardından Berlin Alexanderplatz’da kafasında bir takım hesaplamalar yaparken dolanıyorum.
Ana Gemi’yle –Ana Gemi’yle bağlantımız koptu başlıklı bir çalışmam da var bu arada-, göğsüme iliştirdiği Bolşevik bir broştan bozma iletişim cihazıyla bağlantı kurmaya çalışıyorum. Belli durumlarda tetiklenen bir tür delilik hali yaşadığımı varsayıyorum, enerjinin verileceği noktayı cebimden çıkardığım tebeşirle, yere dairesel bir form çizerek, müteakiben dairenin içine ayaklarımı yerleştirip, ‘Energize!’ komutuyla ışınlanmayı bekliyorum. Soru şu: Yanlış giden nedir? Enerjinin verileceği noktayı özenle işaretlerken, hesap hatası mı yapmışım?
Vazgeçtiğim anlar da oluyor elbette, durduğum noktanın ışınlanmak için uygun olmadığına kanaat getirip, yeni bir nokta aramaya koyuluyorum. Vardığım son yer, Marx ve Engels’in Berlin’deki Karl- Liebknect Str.’deki ihtişamlı forumu oluyor. Uzun zamandır etkisini yitiren Marksizm’i simgesel düzeyde arkama alarak, enerjinin –bu noktada kurtuluşun– tam da durduğum yerden, Marx’ın bakışlarından, Engels’in duruşundan geleceğini, batmakta olan insanlığı başka hiçbir gücün ve ideolojinin kurtaramayacağını hayal ederek, komut vermeyi sürdürüyorum. Energize Berlin ve Energize Sur fotoğrafları da, o anların tarihe düşülmüş kayıtları gibi. Sur’daki kayalar, Marx ve Engels’in kayadan heykeline bağlanıyor. Burası bana ait değil hissi daha bir güçlü yankılanıyor, ancak bana ait olan da, yok ediliyor.
6 Nisan’da ziyarete açılan sergi 12 Mayıs’a kadar Şişli Mecidiyeköy’deki Pilevneli Gallery’de ziyarete açık.
Şener Özmen hakkında
Şair, öykücü, çevirmen, güncel sanatçı olan Şener Özmen, 1971’de Şırnak’ın İdil ilçesinde doğdu. Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim İş Eğitimi Bölümü’nü bitirdi.Karikatür ve şiirle çok erken yaşlarda tanışmasına rağmen, güncel sanat ve Kürtçe yazın uğruna ikisinden de vazgeçti. Dönemin sanat ve edebiyat dergilerinde şiirleri ve öyküleri yayımlandı. Kürtçe kaleme aldığı ilk deneysel öyküsü Mirin û Dîyalektîk (Ölüm ve Diyalektik), Sîyabend Z. mahlasıyla War (1999) dergisinde yayımlandı. Tîrêj kuşağının büyük şairleri Arjen Arî (Destana Kawa û Azhî Dehaq-Kawa Destanı ve Azhî Dehaq, 2011) ve Berken Bereh’ten (Kalbim Bir Yastıktır Aşka, 2012) yaptığı çeviriler, Evrensel Basım-Yayın’dan çıktı.
Lîs Yayınevi editörlüğünü Süreyyya Evren’in yaptığı Sıcak Nal (2010-2012) dergisinde Uykusu Bölünenler başlığı altında yayımladığı Kürtçe edebiyat okumaları ve çevirilerini 2013’te kitaplaştırdı. Sanat yazılarına, editörlüğünü Halil Altındere’nin yaptığı ve Türkiye’nin ilk güncel sanat dergisi olan art-ist Güncel Sanat Dergisi’nde başladı.
Sanat Dünyamız, Siyahî, Sıcak Nal, Birgün, Radikal Kitap’a sanat ve edebiyat yazıları, sergi okumaları ve sanatçı makaleleri yazdı. 2005’te Kunstmuseum Thun’ın (İsviçre) Prix Meuly ödülünü aldı.
Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Kültür Sekreterliği’nin gerçekleştirdiği TRANSFER 07 sanatçı değişim programına (Münster-Almanya), Goethe Enstitüsü’nün (İstanbul) düzenlediği Türkiye-Almanya Kent Yazarları Projesi’ne (Münih) katıldı.