Türkiye’de emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin, çatışmaların en açık biçimiyle görünür olduğu bir dönemdeyiz. Her şeyden önce ücretli çalışan sayısı, istihdam edilenlerin yüzde 70’ini aştı; nüfusun dörtte üçü kendisinin ya da aile bireylerinin ücretten elde ettiği gelirle yaşamını sürdürüyor. Yani nüfusun çok önemli bölümü emekçilerden oluşuyor ve bu emekçiler arasında işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk giderek yaygınlaşıyor. Sadece işsizler yoksul kalmıyor, günde 12-15 saat çalıştığı halde geliri yoksulluk ve hatta açlık seviyesinin altında kalan milyonlarca insan da buna dahil oluyor. OECD ülkeleri içinde ilk sırada olduğumuz “çalışan yoksulluğu” ile sadece düşük eğitimliler ve düşük vasıflılar değil; eğitimli, profesyonel meslek sahipleri de(doktor, avukat, mühendis vs) karşı karşıya artık.
Emekçi kesimlerin içine düştüğü bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil elbette. Neredeyse yarım asırdır uygulanan “neoliberal politikalar ve onun dayattığı esnek, güvencesiz ve otoriter emek rejimi”nin sonuçları, dünyanın pek çok ülkesinde benzer bir tabloyu ortaya çıkartıyor. Ancak tüm bunlardan neoliberalizmi tek başına sorumlu tutmak yanlış olur. Zira kapitalist sistemde -sermayenin çıkarları doğrultusunda- sermaye birikim rejimi şekilden şekle girebilir; savaşları, emek sömürüsünü, doğa talanını kısacası toplumun genel çıkarlarına karşı politikaları dayatabilir. Ama nihai olarak belirleyici olan, “toplumsal mücadeleler”dir.
Dolayısıyla Türkiye’de emekçi kesimlerin bugün içinde bulunduğu sorunların nedenlerini, sermaye ve onun çıkarlarının hizmetkarı olan devlet mekanizmasında aramanın yanı sıra toplumsal mücadelenin dinamosu da olan “işçi sınıfı hareketi”nde de aramak gerekir.
Türkiye’de işçi hareketi, Osmanlıdan bu yana devletin yoğun baskısı altında kalmıştır. İşçi sınıfının adından bile söz edilmediği 1845’te yayımlanan Polis Nizamnamesi’nde sendikalar “fitne fesat örgütleri” olarak tanımlanmış, “faaliyetlerine göz açtırılmaması” talimatı verilmiştir. Ardından Tatil-i Eşgal (1909), Takrir-i Sükun (1925), Sınıf Esasına Dayalı Cemiyet Kurma Yasağı (1938), 1971 ve 1980 darbeleri ile 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL… derken devletin sınıf mücadelelerine yaklaşımı neredeyse 180 yıldır değişmemiştir.
Türkiye’de işçi hareketini değerlendirirken tüm bu baskıları görmezden gelmek mümkün değil elbette. Ancak “sendikaların sınıf perspektifinden uzak ve sermaye birikim rejimiyle birlikte üretim ve emek süreçlerindeki gelişmeleri doğru değerlendirmekten aciz bürokratik yapıları”nın da bunda etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Halen en büyük işçi konfederasyonu olan Türk İş’in, kurulduğu 1952’den beri izlediği devlet güdümlü sendikal anlayış; 1990’lardan itibaren sendikaların hemen tümünün -uluslararası sendikal yapıların da telkinleriyle- benimsediği “uzlaşmacı” yaklaşım, sendikaların sınıfın ihtiyacı olan mücadeleyi ortaya koyamamasının en önemli nedenlerindendir.
Neoliberalizme birlikte küreselleşme, teknolojik gelişmeler ve üretim süreçlerindeki esnekleşmenin emeğin yapısında ortaya çıkardığı öznel ve nesnel değişim karşısında sendikalar; hantal, demokrasi anlayışından yoksun, bürokratik halleriyle emekçilerin sorunlarına yanıt olacak bir mücadele örgütlemekte başarılı olamamıştır. Bu nedenle emekçi kesimlerin işsizlik, yoksulluk, güvencesizlikle karşı karşıya olmasında bu köhnemiş sendikaların önemli rolü olduğunu söylemek abesle iştigal olmayacaktır.
Ancak bu durum, kimilerinin iddia ettiği gibi sendikaların tarihsel işlevlerini tamamladıkları anlamına gelmez. Bunun en güzel göstergesi, geçtiğimiz birkaç ay içerisinde gerçekleşen ve bir kısmı kazanımla sonuçlanan işçi direnişleridir. Bu direnişlerin hemen tümünün arkasında yöneticileri milyonluk makam araçlarına binen; beş yıldızlı otellerde genel kurullar yapan hantal, bürokratik sendikalar yoktur. Bu direnişler, çoğu işçilerin son yıllarda kurdukları, yasal olarak toplu sözleşme yetkisi bulunmayan ama yetki için barajı aşmayı da pek dert edinmeden meşruiyetini haklılığına dayandırarak fiilen mücadele yürüten örgütlerin öncülüğünde gerçekleşmektedir.
Tarihsel işlevini tamamlamış -aslında işçi sınıfı için hiçbir işlevi de olmamış- olan sermaye ve devletle uzlaşarak onun ideolojik araçları haline dönüşmüş, bürokratik sendikalardır. Bu tür sendikacılığın işçi sınıfına -yük olmaktan öte- verebileceği bir şey yoktur. Emekçi kesimleri işsizlikten, yoksulluktan, güvencesiz olmaktan kurtaracak olan; kendisini yasalarla sınırlamayan fiili ve meşru bir mücadeleyi esas alan ve elbette “sınıf perspektifiyle hareket eden sendikalar” olacaktır.