Hükümet ve yandaş basının pompaladığı yerli otomobil ve Kanal İstanbul’a ilişkin haberlerin, tartışmaların işgal ettiği gündem arasında Asgari Ücret Tespit Komisyonu, üç haftadır sürdürdüğü çalışmaların ardından 2020 yılı için geçerli olacak asgari ücret miktarını “2324 TL” olarak açıkladı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, açıklamayı yaparken TÜİK’in yıl sonu enflasyon beklentisinin yüze 12 civarında olduğunu, asgari ücrete bunun yaklaşık 3 puan üzerinde bir artış yaparak işçiyi, emekçiyi enflasyona ezdirmediklerini(!) iddia etti.
Bakan Selçuk’un işçiyi, emekçiyi ezdirmediklerinin kanıtı olarak gösterdiği TÜİK, diğer birçok veri gibi enflasyon konusunda da bilimsel yöntemlerle gerçekleri ortaya koymak yerine, siyasi iktidarın gönlünden geçen rakamları gerçek(miş) gibi açıklamaktadır. TÜİK bu nedenle, açıkladığı hemen her veri tartışma konusu olan ve toplum nezninde itibar kaybeden bir kurum haline gelmiştir. Çarşıda pazarda alışveriş yapan herkes 2019 yılında fiyat artışlarının yüzde 12’in çok üzerinde olduğunu bilir. Kaldı ki hem evde tüketilen hem de üretimin temel girdisi olan elektirik ve doğalgaz fiyatlarına 2019’da ayrı ayrı iki seferde yapılan ve yüzde 30’u bulan zamlar bile TÜİK’in enflasyon rakamının gerçekten uzak olduğunu ortaya koymak için yeterlidir. Belirlenen asgari ücret 2020 yılı için geçerli olacakken, karşılaştırma yapılan enflasyon rakamının 2019 yılına ait olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.
Kaldı ki, geçtiğimiz hafta Meclis’te kabul edilen “2020 yılı bütçe kanunu” ücretten yapılacak kesintiler ve gerçekleşecek fiyat artışları yani asgari ücretin alım gücünün ne olacağı konusunda önemli ipuçları vermektedir. Buna göre -asgari ücret dahil olmak üzere- ücretlerden de alınan gelir vergisinin yüzde 23.3 oranında, satın aldığımız beyaz eşyadan akaryakıta tüm ürünlere uygulanan ÖTV’nin yüzde 22.3, iğneden ipliğe ithal ettiğimiz ürünlerden alınan KDV’nin ise yüzde 20.2 oranında arttırılması öngörülmüştür. Vergi dilimlerindeki artışa da bağlı olarak asgari ücretteki 304 TL’lik artışın önemli bir kısmı; emekçinin cebine bile giremeyeceği gibi ÖTV ve KDV’deki zamlarla, ücretteki artıştan daha da fazlası aynı cepten çıkacaktır. Dolayısıyla 2020 için belirlenen asgari ücret işçinin, emekçinin enflasyon karşısında ezilmesini engellemek bir tarafa, yoksulluğu daha da derinleştirerek emekçileri büyük bir sefaletin içine sürükleyecektir.
Türkiye’de asgari ücret, en az ücret ya da taban ücret olmaktan çok, “ortalama ücret düzeyi”ni ifade etmektedir. Ücretli çalışanların önemli bir kısmı -ki 10 milyon civarında emekçidir bu- doğrudan asgari ücret düzeyinde gelir elde ederken, diğer emekçilerin büyük bölümünün sosyal güvenlik primi, işsizlik ödeneği, toplu iş sözleşmesi tabanı ve emekli aylığı da asgari ücrete göre belirlenmektedir. Bunlardan daha vahimi de DİSK-AR 2020 Asgari Ücret Raporu’na göre 1 milyon 800 bin dolayında emekçinin durumudur. Bunlar, asgari ücretin baz alındığı ama asgari ücretin altında bir ücretle çalışmak zorunda bırakılan kesimdir.
Asgari ücrete ve onun belirlediği koşullara razı edilerek çalıştırılanlar sadece düşük eğitimli, düşük nitelikli, tecrübesiz mavi yakalı emekçiler de değildir. Yıllarca eğitim almış, üniversite mezunu, beyaz yakalı emekçiler de; yaşamları asgari ücretten etkilenen kesimler içinde yer almaktadır.
Bir ülkede nüfusun çok büyük kısmını oluşturan emekçiler ve onların aileleri, o ülkede belirlenen yoksulluk sınırının (Türkİş verilerine göre bu sınır 7.045TL’dir) üçte biri kadar ücretle yaşamaya mahkûm ediliyorsa, işverenler ve siyasi iktidardan ziyade işçi sınıfı ve onu temsil ettiğini iddia eden örgütleri sorgulamak gerekir. Hükümet ettiği 17 yıldır uyguladığı politikalarla sermayenin temsilcisi olmuş siyasi iktidar malumumuzdur. Yanı sıra diğer pekçok konu gibi asgari ücreti belirlerken işveren örgütleri de temsil ettikleri sınıf adına görevlerini yerine getirmiştir. Burada esas sorun, milyonlarca emekçinin ve onların haklarını savunduğunu iddia eden sendika, parti ve diğer örgütlenmelerin; bu süreci engelleyecek bir mücadeleyi örgütlemekteki başarısızlığıdır. Bu başarısızlığın nedenleri açıklıkla tartışılıp, ortaya konmadan; sözde mücadeleye mevcut yapı ve anlayışla devam edildiği sürece toplumun büyük bölümünü oluşturan emekçilerin sefaleti de ne yazık ki artarak sürecektir. İçinde bulunduğu sefalete karşı mücadele edemeyen bir toplumun; siyasal, kültürel, sosyal hakları için mücadele edebilmesini beklemenin hayalcilikten öteye geçmeyeceğini ise ayrıca vurgulamak gerekir.