İşçi sınıfı burjuva devrimleri sırasında burjuvazinin “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganının kendisini de kapsadığını sanıyor, feodal gericiliğin yıkılması için her şeyiyle ihtilalin parçası oluyordu. Fakat birkaç on yıl sonra bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Ki bu yıllar boyunca Sanayi Devrimi’yle kapitalist üretimde devasa sıçramalar yaşanmış, işçi sınıfı da niceliksel olarak büyümüştü. Artık, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diyen burjuvazinin bu sözle esas olarak kendi içinde eşitliği, sermaye açısından dolaşım özgürlüğünü kastettiğini kölece çalışma ve yaşam koşullarından biliyordu.
O tarihe kadar burjuva klikler arasında nispeten “ilerici” dinamikler taşıyan tarafla hareket ediyordu. 1830 Fransa’sında bu cumhuriyetçiler, yani liberal burjuvalardı. Sonra 1848’de bir sınıf olarak eylemler, grevler örgütlüyor; barikatlarla savaşıyordu. Karşısında 1830’da desteklediği cumhuriyetçi burjuvalar vardı.
Tam o günlerde Fransa ve Almanya’da yapılan parlamento seçimleri konusunda Engels, bir dizi makale kaleme aldı. Engels’in bu makaleleri kaleme aldığı yıllar, kapitalizmin henüz tekelci kapitalizme, emperyalizme evrilmediği yıllardır. Günümüzle kıyas bile edilemez. Keza bugün artık emperyalist kapitalizmin üretimi dünya ölçeğinde toplumsallaştırdığı, emperyalist kampların giderek netleştiği, nükleer savaşların masaya tehdit olarak sunulduğu koşullardan söz ediyoruz.
Engels, o makalelerinde 1848 devrimlerinin ardından Almanya ve Fransa’da yapılan parlamento seçimleri konusunda çarpıcı tespitlerde bulunur. Tespitleri içinde parlamentoyu her şey haline getiren orta sınıf reformcuları özel bir yer tutar. Bunların “Üç oy çoğunlukla kabul edilen cüzi yasal değişikliklerin Avrupa’nın çehresini gerçekten değiştireceğine inan(dıklarını)” belirtir. Sonra da “Seçim sürecinin kaderini belirleyecek şey, seçim süreci dışındaki değişkenlerdir” tespitinde ne ifade etmek istediğini “kendi meclislerinin duvarları dışında yaşanmakta olan diğer her şeyin -savaşlar, devrimler, demiryolu inşaatları, bütün yeni kıtaların kolonileştirilmesi, Kaliforniya altın keşifleri, Orta Amerika Kanalları, Rus orduları ve insanlığın kaderine etki etme iddiasında olan herhangi bir şey- o anda onurlu meclislerinin dikkatine mazhar olan önemli soruna, o sorun artık her ne ise tabi olan kıyaslanamaz olaylarla karşılaştırıldığında hiçbir anlam ifade etmediği kutsal kanaatini aşılayarak pençesine alan bu bozukluğa meclisteki diğer gruplardan daha fazla yakalanmışlardı” şeklinde özetler.
“Seçim sürecinin kaderini belirleyecek şey, seçim süreci dışındaki değişkenlerdir” tespitinin günümüzde o dönemle kıyaslanmayacak ölçüde geçerli olduğu açık. 14 Mayıs seçimlerine çok fazla anlam yüklenmek ve bu seçimleri sadece Tayyip Erdoğan ve şürekâsına muhalefet sınırlarında okumak Engels’in anlatmak istediğinin özeti gibidir. Kime sorsan “Tabii ki öyle bakmıyoruz” der. Oysa burjuva kamplar arasından birini tercih etmenin kendisi, kitlelerde birikmiş haklı ve anlaşılır “Tayyip gitsin de…” tepkisinin biraz daha siyasallaşmış ifadesi dışında bir anlamı yoktur.
Dünyanın Çin-Rusya ekseniyle ABD-AB-Japonya ve diğerlerinin oluşturduğu kamplar (ki her birinin kendi içinde başka kamplar var) şeklinde kutuplaşmaya başladığı giderek belirginleşiyor. Ukrayna savaşının bu gidişatın hem simgesi hem de daha da karmaşıklaşmasının-derinleşmesinin kapısı olduğu aşikâr. Türkiye’de burjuva kampların da bu gerçekle ilişkili olduğu, mevcut faşist iktidar blokunun ikisi arasında dans edecek şekilde politika ürettiği ve her defasında bu cambazlığın bumerang etkisiyle sendelediği ortada. Diğer burjuva kampın yönünü Kılıçdaroğlu’nun ABD-İngiltere-Almanya ziyaretlerinden biliyoruz, ki o da aslında homojen değildir.
Emperyalist güçler arasındaki kamplaşmanın Türkiye gibi stratejik öneme haiz bir ülkedeki seçim dönemine yansımaması düşünülebilir mi? Ki mevcut iktidar bloku bu konumu nasıl kullanmak istediğini her haliyle gösterdi. Hatta pandemi dönemi ve genel olarak emperyalistler arası rekabeti fırsata çevirme kafasıyla burayı bir tedarik üssü haline getirmek istediğini ilan etti. Ona uygun bir çalışma rejimi yaratmak için elinden geleni de ardına koymuyor. Ücretleri asgari ücrette eşitledi. Bir yatırım üssü olmak için Türk lirasını bilinçli olarak değersizleştirdi. Yaratmak istediği emek rejimini tahkim ettiği faşist saldırganlıkla kontrol altında tutmak için her şeyi yapıyor. Kılıçdaroğlu ve yengeç sepetini andıran Millet İttifakı her açıdan yeni istikrarsızlık doğurmaya gebe bir kamp. Bu cenah da aynı hedefleri neoliberalizmin daha yontulmuş biçimleriyle gözeteceğini açıkladığı programlarla ilan etti.
Emperyalist kampların gerek kendi aralarında kızışan dalaşları gerek Türkiye’nin stratejik konumu ve başka pek çok özelliğiyle bu ülkede yapılacak bir seçime bigâne kalmayacakları açık. Her birinin hem renk verip hem de “Dur bakalım ne olacak?” şeklinde beklemeleri mevcut toplumsal dengeleri kavramakta yaşadıkları güçlüktendir.
İşçi ve emekçilerin kapitalist kriz, üstüne binen pandemi ve daha da şiddetlenen neoliberal saldırganlık karşısında birikmiş öfkelerini nasıl ifade ettiğinin son örneği Fransa oldu. Fransa aynı zamanda burjuvazinin dünya ölçeğinde kendisini yeniden üretmekte yaşadığı sıkışmaları klasik liberal demokrasi yöntemleriyle aşma takatinin kalmadığının da fotoğrafıdır. Emeklilik reformu denilen saldırıyı parlamentoyu atlayarak yasalaştırması, kitle öfkesi karşısında zor ve saldırganlık dışında herhangi bir manevra yapamaması yeterince çarpıcıdır. Türkiye seçimlerine dünyadaki bu hal ve gidişten bakmamaksa büyük bir yanılgı olduğu kadar telafisi imkânsız sonuçlar yaratacaktır.
14 Mayıs’ta çıkacak sonuç elbette önemlidir. Ama kim çıkarsa çıksın 15 Mayıs’ta karşı karşıya kalacağımız ekonomik-siyasal-sosyal sorunların ağırlığı dikkate alınarak buna hazırlanmak, seçim sürecini de esas olarak bu hazırlığın zemini olarak örmek gerektiği açık. Bu zemini öz örgütlenme ve mücadele seferberliğine dönüştürmek şart.