Mao Zedung 1937’de yazdığı “Teori ve Pratik” adlı eserinde “bilgi, deneyim ile başlar” demekte ve “Doğrunun tek ölçütü, yalnız toplumsal pratik olabilir. Pratik, diyalektik materyalizmin bilgi teorisinde baş ve temel görüş noktasıdır” ifadelerini kullanarak “gerçekte de insan bilgisinin doğruluğu, toplumsal pratikte (maddi üretim sürecinde, sınıf savaşımında, bilimsel deneylerde) beklenilen sonuca ulaşırsa anlaşılır” değerlendirmesinde bulunmaktadır.
Bir seçim sürecini geride bıraktığımız koşullarda, seçim sonuçları üzerine yapılan çokça analizde bu “bilgi”nin bize faydası olabilir. Sınıf mücadelesi yenilgilerden ve zaferlerden, tecrübelerden öğrenerek ilerleyen bir bilimdir. Seçimler ve seçim mücadelesi –bu mücadele içerisinde yer alanların kahir ekseriyeti, bu gerçeğin bilincinde olmasa da– yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi sınıf mücadelesinin sadece bir parçası olarak var olmakta; demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin esasını oluşturmamaktadır.
Seçim sonrasında AKP-MHP iktidarının kazanması, iktidara muhalif olan halk kitlelerinde derin bir moral bozukluğu yarattı. Bunun en önemli nedeni seçime yüklenen misyon ve elbette seçim öncesi yapılan abartılı değerlendirmelerdi. Seçim sonuçlarına etki eden oy çalmalardan yolsuzluklara ve “ahlaki olmayan yöntemlere” kadar bir dizi gerçeğe değinmek artık gereksizdir. Coğrafyamızda seçimler böyledir! Bu doğru bilgi, bu seçime özgü de değildir. Her seçim böyledir!
Görünen o ki, muhalefet saflarında yaşanan yenilgiyi kendi dışında ve özellikle de olumsuzluk anlamında halk kitlelerinde görme eğilimi ağır basmaktadır. Burjuva muhalefetin yenilgisini halka maletmesi anlaşılırdır. Anlaşılır olmayan burjuva muhalefetin arkasında yedeklenen ilerici ve hatta kendisine devrimci diyenlerin bu yönlü değerlendirmeleridir.
Burada sorun, Türkiye gibi koşullara sahip ülkelerde sandık ve seçime yüklenen misyonla ilgilidir. Mücadeleyi sadece parlamento ile sınırlamak, devrimci mücadele ve sosyalizm adına parlamentarizmi tek kurtuluş yolu olarak propaganda etmek elbette ki doğru değildir. Bu, halk kitlelerin toplumsal mücadele pratiğinde kanıtlanmış doğru bir bilgidir.
Eğer sınıf mücadelesi içinde ve coğrafyamız koşullarında seçimlere demokrasi, devrim, kurtuluş vb. gibi olduğundan ve gerektiğinden fazla bir anlam yüklenirse, bu kaçınılmaz olarak her seçim süreci sonrasında bir yanılsamaya neden olacaktır ve olmaktadır. Ne seçimlerle demokrasi gelecektir ne de seçimlerle faşizm inşa edilecektir.
Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve varlık nedeni konusunda doğru bir bilgiye sahip olanların bildiği bir “sır”dır.
Hal böyleyken, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) ve bu ittifakın ana gövdesini oluşturan Yeşil Sol Parti’nin ağır bir yenilgi aldığı belirlemesi de doğru değildir. EÖİ hedeflerine ulaşamamıştır. Bu anlamıyla bir başarısızlıktan söz etmek doğrudur. Ancak faşizm koşullarında HDP’yi kapatma davasından her türlü baskı, gözaltı ve tutuklama saldırısına kadar, devletin bütün olanaklarını kullanan bir iktidara karşı alınan seçim sonuçlarının “çok ağır bir yenilgi” olduğu değerlendirmeleri (ki bu değerlendirmelerin bir kaynağı da iktidardır) gerçekleri yüzeysel değerlendirmeye, dahası faşizmin önümüzdeki süreçte Kürt ulusal sorunu bağlamında devreye sokmayı planladığı politikaya hizmet etmektedir.
Seçim sonuçları, toplumsal pratiğin bize gösterdiği bir doğru bilgi olarak, halk kitlelerinin uyarısı bağlamında ele alınmalıdır. Kitleler, EÖİ’nin ilk turda kendi adayını çıkarmaması ve burjuva muhalefet adayının arkasında yedeklenmesi politikasını sahiplenmemiştir. Özellikle EÖİ’nin ve bu ittifakın temel gücü olan YSP’nin hedeflerine ulaşmaması, faşizm koşullarında seçim mücadelesi içinde ağır bir yenilgi olmamakla birlikte, önümüzdeki süreç açısından kitlelerin bir uyarısı olarak ele alınmalıdır.
Türk hakim sınıfları, kendi aralarındaki iktidar dalaşını şimdilik ötelemiş olmakla birlikte, temel yönelim olarak işçi sınıfına, Kürt ulusuna ve Alevi inancına, kadın ve LGBTİ+lara yönelik saldırılarını sürdürecektir. Ekonomik krizin halka fatura edilmesinden, Kürt ulusal sorununda askeri saldırganlığın sürdürülmesinden, Kürt özgürlük mücadelesini “içten” Hizbulkontra’nın legal ayağı aktörlerle düzene yedeklemeye kadar bir dizi politika devreye sokulacaktır.
Seçimlerde iktidarı ve muhalefetiyle Kürt ulusal özgürlük mücadelesi “terör” demagojisiyle kriminalize edilmiş, kitlelerin bu gündem üzerinden kendi klik çıkarları arkasında yedeklenmesi hedeflenmiştir. Kamusal alanlarda Kürt hareketi kadrolarının video montajlarından, çeşitli açıklamalarına kadar geniş kitlelere seslendiği ilginç bir seçim sürecinin sonucunda daha şimdiden Kürt ulusal özgürlük hareketinin silah bırakması gerektiği, Kürtlerin bakan ve hatta başkan yardımcısı olduğu vb. dillendirilmektedir.
Unutmamak gerekir ki bu sorunun nedeni Kürtlerin bir ulus olarak özgürlük mücadelesi vermeleri değil, Türk hakim ulus imtiyazıdır. Buna itiraz etmeyen, bu gerçekle mücadele etmeyen ve Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesinin demokratik muhtevasını desteklememek için bin bir dereden su getirip, yan yana görünmekten kaçan herkes, bırakalım devrimci olmayı, tutarlı bir demokrat dahi olamaz. Bu da toplumsal pratikten çıkartılmış olan doğru bir bilgidir.
Bu türden yaklaşımlar son tahlilde hakim ulus milliyetçiliğine destek vermektedir. Ve bu anlayışların dönüp dolaşıp varacakları yer hakim ulus milliyetçiliğine biat etmek, coğrafyamız koşullarında Türk ve Sünni hakim ulus ve inanç imtiyazlarını demokrasi ve ilericilik adına savunmak olacaktır.
Öte yandan Yeşil Sol Parti’nin oy kaybını “Türkiyelileşme” olarak açıklayan yaklaşımlar da doğru değildir.
Seçimler bir kez daha hakim sınıfların kendilerini Kemalist ya da İslamcı olarak tanımlamalarının büyük bir yalan olduğunu, emperyalist sermayeyle işbirliğini ve Türk-Sünni hakim ulus ve inanç imtiyazlarını büyük bir kıskançlıkla koruduklarını göstermiştir. Seçim sürecinin devrimciler açısından en önemli tecrübelerinden biri hakim ulus imtiyazlarına, ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadele edilmeden, birleşik devrimci mücadelenin güçlenemeyeceği olmuştur.