Gerçek hayatta olup bitenin iç bağıntılarını, bu bağıntılar arasındaki çelişki ve çatışmaları, birbirinden ayrı görünenin bile aslında bir bütünlük içinde birbiriyle bağlantılı olduğunu kavrayamadığımız oranda tek tek olaylara saplanıp kalırız ve giderek gerçeğin o tek tek parçaları bizi yönetmeye başlar.
Bugünkü seçim sürecinin dünyadaki hal ve gidişattan koparılarak ele alınması ve giderek olayın sadece bir noktaya indirgenmesi, o noktanın olup biteni şekillendirip içeriklendiren bir belirleyene dönüşmesi insana bunu düşündürtüyor. Son derece anlaşılır ve bir o kadar da haklı bir beklenti olan “Erdoğan gitsin de” de somutlanan bu daralma gerçeğe yabancılaşmanın tezahürü olarak karşımıza çıkabiliyor.
En önemlisi de böyle bir daralmanın 15 Mayıs ve sonrasında olup bitecekler konusunda hazırlıksız yakalanmamıza zemin hazırlaması riskidir.
Dünyadaki hal ve gidişle Türkiye’de olup bitenler dünle kıyaslanmayacak ölçüde iç içe geçmiştir. Emperyalist kapitalizmin derin bir yapısal krizle boğuştuğu ve bu krizi aşmak yani kendisini yeniden üretebilmek konusunda ciddi bir sıkışma yaşadığı bir dönem bu. Dünyanın başat bir hegemonik güç tarafından kontrol edilmesinin yarattığı “istikrarın” ortadan kalktığı, çok kutupluluk yönündeki emarelerin çoğaldığı, bu noktada paylaşılanın emperyalist küreselleşme koşullarında yeniden paylaşılmasının kaçınılmazlaştığı koşullar söz konusu. Bu aynı zamanda neoliberal birikim modelinin de yıllar önce tescillenen iflasıdır.
Her kriz döneminde olduğu gibi dünya burjuvazisi yeni birikim modellemeleriyle uğraşıyor, buna uygun bilimsel-teknik gelişmelere kafa yoruyor, bu arada savaş makinesi her yerde tüyler ürpertecek şekilde şiştikçe şişiyor.
Burjuvazinin Elon Musk gibi neoliberal çağda palazlanan ve emek sömürüsünün en vahşi biçimlerini savunanları bile yapay zekanın giderek her alanda kullanılır hale gelmesinin yaratacağı yönetilemez sonuçların tedirginliğiyle paylaşımlar yapıp “Bir frene basın” diyor. ‘70’lerde ya da önceki yapısal kriz dönemlerinde yaşananları anımsatıyor her şey.
‘70’lerdeki krizi karakterize eden temel göstergelerden biri bağımlı ve yarı sömürge ülkelerde ardı ardına gelişen darbelerdir. Türkiye’de bu, 1980’de yaşanmış ve neoliberal modele geçiş faşist bir cuntayla sağlanmıştır. Yine o dönemin tipik özelliklerinden biri 2. Emperyalist Dünya Savaşı döneminde Nazi iktidarının kullandığı Enigma’ya karşı İngiliz matematikçi Alan Turing’in geliştirdiği makineyle temelleri atılan bilgisayar teknolojisinin kapitalist üretimin altyapısı haline getirilmesidir. Bunun sonraki yıllarda nerelere evrildiğini yaşayıp görüyoruz.
Yani dünya aslında yeni bir birikim modeli ve onu toplumsal-siyasal bir gerçeğe dönüştürecek ideolojik-siyasi bir gömlek arayışında. Sayısız belirsizlikle birlikte… En fazla 10-15 yıl öncesine kadar savunulan her şeyin işlevsizleştiği, kendisini üretemez hale geldiği dahası krizi ağırlaştıran bir etkene dönüştüğü, ama iflas eden bu eskinin yerine ne konulacağının henüz şekillenmemiş olduğu bir geçiş süreci bu.
Emperyalist küreselleşmenin “özgürlük” olarak pazarladığı sermeyenin engelsiz akışkanlığının karşısına ulusal pazarların korunması çıkabiliyor. O ulusal pazarların korunmasının içiyse neoliberalizmin en vahşi emek sömürüsü biçimleriyle dolduruluyor. Son derece hibrit bir model yani. Dışarıya kapalı ama içeride neoliberalizmin en vahşi sömürü biçimlerinin ikamesi, bu gerçeğe uygun bir azami egemenlik arayışı…
Buna emperyalist kamplar arasındaki rekabetin keskinleşmesi eşlik ediyor. Ukrayna savaşı ya da tarihin en kritik dönemlerinde bile “tarafsız” kalmayı tercih etmiş İsveç-Finlandiya gibi ülkelerin NATO’ya girmesi, ABD’nin tüm stratejik belgelerinde Asya pasifik bölgesini yani Çin eksenini temel hedef haline getirmesi, AB başta olmak üzere tüm geleneksel “bağımlılık” ilişkilerini “yola getirme” çabası, Çin-Rusya ekseninde değişkenlik gösterse de oluşan ittifaklar ve pek çok şey bunun somut ifadesidir.
Türkiye’de Yeniden Refah Partisi’yle AKP arasındaki ilişki bile bu parametrelere, sermaye kesimlerinin değişen dünya koşulları içinde kendi konumlarını sağlamlaştırma refleksine dayanmaktadır. Elbette buna uygun bir ideolojik-siyasi-toplumsal yaklaşımla… YRP ile yapılan protokoldeki dikkat çekici başlıklardan birinin Merkez Bankası’nın hazineyi fonlamasının önündeki engellerin kaldırılması olması tesadüf değildir. Neoliberal birikim modelinin simgesi olan bu engelin kaldırılması ve emek yoğun sektörlerin fonlanmasının garanti altına alınmak istenmesiyle dünyadaki yönelim arasındaki ilişki ve bu ilişkinin siyasal-kültürel karşılığı söz konusu ittifakta da dile gelmektedir.
Erdoğan’ın “rahatlık” gibi görünen tutumları da aslında dünyadaki mevcut gidişat, kutuplaşma ve eksenler içinde kendisine bir yer bulabileceği beklentisine dayanıyor. Keza Türkiye’deki seçimler de diğer pek çok şey gibi kendinde bir şey, bir iç mesele olmaktan çoktan çıkmıştır.
Kutuplaşmayı seccade ya da CHP’li belediyeler konusundaki yalan yanlış tiratlara kadar indirgemesi ya da Meral Akşener’i ekranlarda tehdit ettikten 2 gün sonra partisinin İstanbul il binasının kurşunlanması bir sıkışmanın ifadesi olduğu kadar dünyadaki dengesizliklere güvenerek “İktidarı kolay kolay bırakmayacağım” tehdidinin dışavurumudur da.
Dikkat edilirse Hüda-Par ya da YRP ile ittifak sadece zayıflığının yamalarla tahkim edilmesi anlamına gelmiyor. Bu ittifaklar aynı zamanda sayısız belirsizlik içinde bir konum almanın simgesi gibidir. Bu konum almanın karşısında kümelenen burjuva ittifak da gerçeğin diğer yanının özetidir.
Bize düşense seçim sürecini sokak hareketiyle birleştirmek kadar bu hareketi 15 Mayıs’a hazırlığın temel dayanağı haline getirmektir. Sandıklardan her ne sonuç çıkarsa çıksın esas olan bu sokak dinamizmi, bu dinamizm içinde kitlelerin öz örgütlenmesinin geliştirilmesi, bunun olası tehditlere karşı özsavunmayla birleştirilmesidir.