Son genel seçimin üzerinden daha iki yıl geçmeden, yerel seçimlerin tozu henüz dinmeden AKP ve MHP’nin aklına “erken seçim” düştü. Bu, gerçekçi bir siyasal tasavvurdan çok derin bir kaygıyı yansıtıyor. 2020’nin ikinci yarısı ve 2021’de ekonomide çok büyük bir daralma, işsizlikte devasa bir artışla genç işsizliğinin yüzde 40’lara varması ve yoksulluğun dayanılmaz boyutlara ulaşması kaçınılmaz. Bu koşullar altında iktidar bloku için “erken seçim” 2020 sonbaharında gerçekleştirilemediği takdirde geç, 2021’e sarktığı takdirde çok geç olacak. Kaldı ki, mevcut onay tablosunun kötüleşmeye devam edeceği düşünülürse, iktidar blokunun ister 2020’de ister 2021’de yapılsın bir “erken seçim”den galip çıkması için mantıklı bir neden yok.
Muhalefetin güç kazanmaya ve yerel yönetimlerin ikinci iktidar odağı olarak öne çıkmaya devam ettiği koşullarda muhalefete yönelik şiddetin eşlik etmediği hiçbir “seçim”in rejime şeklen de olsa onay sağlayamayacağını Devlet Bahçeli son çağrılarıyla itiraf etmiş oldu. Bahçeli, herhangi bir seçimden önce Siyasi Partiler, Seçim Kanunu ve TBMM İç Tüzüğü’nde, milletvekili donunulmazlıklarının ele alınma sürecinde; kamu yararına meslek örgütlerinin kuruluş yasalarında köklü değişiklikler istedi. Yeni partilerin AKP seçmeni için bir seçenek haline gelmesini, CHP’nin radikal muhalefete yönelişini, ve TMMOB, TBB ve TTB gibi meslek örgütlerinin parlamento dışı toplumsal muhalefet dinamikleri olarak meşru bir rol oynamalarını önlemenin siyasal şiddet dışında bir çaresi kalmadığı bundan daha açık nasıl dile getirilirdi?
Seçimlerin “erken” ya da zamanında yapılıp yapılmaması rejimin varlık sebebinin bir diktatörlük inşası olduğu gerçeğini değiştirmediği de, 7 Haziran 2015’ten beri sopalı seçimlerin bir silsile halinde süregiden saray darbelerinin mütemmim cüzü olduğu da zaman zaman unutulabiliyor. Erdoğan’ın rejimin başına, Temmuz 2015’te Ahmet Davutoğlu’na Anayasayı çiğneyerek kurdurduğu “savaş hükümeti”yle başlayan bir darbeler silsilesi sonucunda yükseldiği bir tarihsel hakikat iken her bir darbe öncesi ya da sonrasında halk oyuna başvurulmuş olması, Erdoğan’ın iktidar yürüyüşünün kendisinin bir darbeler süreci olduğu gerçeğini unutturamaz. Muhalefetin “hayır” deme özgürlüğünün bastırıldığı, seçme ve seçilme özgürlüğünün yok edildiği, seçilmiş Kürt belediye eş başkanlarının memurlarca görevden alındığı, devletin halka karşı “seçim”e girdiği oylamalar bu darbe sürecinin sadece somut kanıtı olabilir.
Erdoğan rejimi bugün de tıpkı 15 Temmuz ve daha öncesinde yaptığı gibi kendi darbesini bir sis bulutunun ardına gizleyebilmek için bir psikolojik operasyon yürütüyor. Kürdistan’da HDP belediyelerine yönelik olarak bütün dünyanın gözleri önünde peş peşe sürdürdüğü kayyım darbeleri ardından mızrağın sivri ucunu CHP belediyelerine çevirmeye hazırlanan Saray’ın bunu rejime yönelik bir “darbe” şayiası eşliğinde yapıyor olması, toplumsal muhalefet dalgasını, o kendisini iktidardan etmeden evvel kriminalize etme ve boğma gayretleriyle ilgilidir.
AKAM Başkanı Kemal Özkiraz son kamuoyu yoklamaları ışığında diktatörlüğün toplumsal muhalefete yönelik kampanyalarını şöyle yorumluyor: “[Hükümet] HDP’yi kriminalize etmeyi aparat olarak kullanıyor […] Ana motivasyonu HDP’yi kriminalize ederek, HDP ile diğer muhalefeti bir çuvala doldurup, kendi kitlesini muhafaza etmek ve oy geçirgenliğini engellemek.”
Öte yandan Özkiraz kamuoyu yoklama sonuçlarının muhalefetin gelişme eğilimlerine dair sunduğu başka ipuçlarından da söz ediyor: “CHP’nin oy oranı totalde yüzde 25 ise gençlerin yüzde 40 kadarı CHP’ye oy veriyor ama HDP’nin oyu yüzde 10-11 olduğu halde, muhalefete oy veren gençlerin yüzde 30- 35’i HDP’ye oy veriyor […] Gençler, HDP’yi solun daha da solunda görüyor ve bu yüzden oy veriyor. Birçok genç aktiviste göre, CHP ise sosyal-demokrat merkezde kalıyor. Bu yüzden Kürt olmamalarına rağmen CHP’ye oy vermiyorlar.”
Bu yorumlardaki gerçeklik payı, HDP’nin diktatörlüğe karşı mücadelede vazgeçilmez bir ihtiyaç olan bir demokratik halk bloku inşası için çaba gösterirken neden ötürü kendi özgül tarihsel rolünü hiç gözden kaçırmaması gerektiğini de açıkça işaret ediyor.
HDP’nin faşizme ve diktatörlüğe karşı mücadelede ikinci kutbun kimi unsurlarıyla ittifak oluşturma mecburiyetini siyaseten tanıması ve buna uygun davranması, “üçüncü kutbun” kendisini parlamentarizme feda ettiğini değil faşizme karşı mücadelenin temelini ezilenlerin ortaklığına dayandırabileceği bir bilinç durumuna yükseldiğini gösteriyor. Üçüncü kutup Türkiye ve Kürdistan ezilenlerinin toplumsal-tarihsel blokudur. Üçüncü kutup bir siyasal kategori olmadığı gibi, başlı başına “üçüncü kutup siyaseti” diye bir siyasal hat da yoktur. Üçüncü kutup Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal gelişmesinin ve sınıf mücadelelerinin nesnel-maddi gerçekliğinden doğan sınıf mevzilenmesi içinde ezilenlerin durduğu yeri işaret eden bir tarihsel-politik belirlemedir.
HDP üçüncü kutbun bilinci ve dilidir. HDP, diktatörlüğü yenmenin de demokrasiyi kazanmanın da üçüncü kutupla tarihsel ittifak zorunluluğunu idrak ile mümkün olduğunu bütün topluma anlatmaya devam etmekle yükümlüdür.