Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) dün yayınladığı bir açıklamayla TSK’nin halen operasyon sürdüre geldiği “Zap, Metina ve Avaşin bölgelerinde kimyasal silah kullanıldığı haberleri” dolayısıyla “Kimyasal Silahları Yasaklama Örgütü (OPCW) ve BM’ye etkili çalışma çağrısı”nda bulundu.
TSK’nin sınır ötesi harekatlarda, “ayaklanma bastırma” faaliyeti kapsamında kimyasal silahlara başvurduğu iddiası ilk kez işitilmiyor. Rojava’da SDF kontrolündeki bölgelere yönelik 2018 “Zeytin Dalı”, 2019 “Barış Pınarı” ve Başur’da Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarındaki HPG varlığına karşı 2019-2020 “Pençe” ve 2022’den bu yana sürmekte olan “Pençe Kilit” harekatlarının hepsinde “kimyasal silah” kullanımı iddiası gündeme geldi. Ancak Türkiye’nin de üyesi olduğu Kimyasal Silahları Yasaklama Örgütü (OPCW) önüne getirilen kimyasal silah kullanımına ilişkin gözlemler ve tanıklıklar, ancak kimyasal silah etkisinde gerçekleşebilecek arazlar gösteren sivil ve muharip hastalara dair gözlem ve kayıtlar veya operasyonlardan sonra çatışma bölgelerinde TSK unsurlarının bıraktıkları kalıntılar arasında bulunan kimyasal silah bileşiği içeren maddelerin ambalajlarının varlığına karşın bunların “kimyasal silah” kullanımı iddiasının somut kanıtı olarak değerlendirmedi, resen bir araştırmaya da gerek görmedi.
Doğrusu, OPWC’nin iddia ve başvuruları ele alırken göz önünde tutması gereken unsurlardan yalnızca biri, uluslararası literatürde “hard evidence” denilen kısaca “somut kanıt” diyebileceğimiz örneğin, bir depo dolusu “kimyasal silah” “kovanı”, “şarjörü”, “kutusu” konulmadıkça harekete geçmemekte direnmesi, kuruluş amacıyla tutarlı gözükmüyor.
Bu açıdan Kimyasal Silah Sözleşmesi’nin (CWC) Beşinci Maddesi’ni yeniden oraya dönmek üzere kaydedelim:
“5. Her Taraf Devlet, isyan kontrol ajanlarını bir savaş yöntemi olarak kullanmamayı taahhüt eder.”
OPWC’nin iddiaları uluslararası gündeme ilk taşıyanların, TSK operasyonlarının hedefi olan güçler olması karşısında, bu operasyonlarda “kimyasal silah” kullanılması iddiasını belli bir çekinceyle değerlendirmesi ancak zaman ve mekândan münezzeh, boşlukta gerçekleşen bir teknik-hukuksal yaklaşımla mümkün olabilirdi. Buna aslında kısaca savsaklama diyebiliriz. Oysa sıradan bir yaklaşımla bile çatışan taraflar arasındaki ilişkinin geçmişine, tarihine -hukuk usulü açısından konuşacaksak siciline- bakılmaksızın bu başvuruların geri çevrilmesi kabul edilemez.
Tarihsel yaklaşım -sırf biçimsel olarak “sicil” kayıtlarının incelenmesi bile- yalnızca egemen devletlerle çatışmalara taraf olan unsurların, muharip güçlerin değil, egemenleriyle ilişkilerinin uzun tarihi boyunca Kürt nüfusun bizzat kendisinin, özellikle 20. yüzyılda birden çok kez soykırıma uğradığını ortaya koyacaktır. 20. yüzyılın bütün soykırımlarında olduğu gibi Irak ve Türk devletlerinin de Kürt soykırımlarında kitlesel imha amacıyla “kimyasal silah”a başvurdukları mutlak birer hakikat olarak tarihsel kayıtlarda karşımıza çıkacaktır.
Dersim soykırımının varlığı resmi bilgidir. Dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil, “Neticeyi söylüyorum […]” diye anlatıyor: “Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi.” Çağlayangil’in, Kemal Kılıçdaroğlu’na anlattığı bu hakikati, AKP hükümeti, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 23 Kasım 2011’de, devletin gizli raporlarına dayanarak TBMM’de verdiği bilgiyle doğruladı ve özür diledi: “Soykırımda çoğu kadın ve çocuk 13 bin 806 insan Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülmüştü.”
Irak Devleti’nin Saddam Hüseyin’in başkanlığında 1986-89 arasında giriştiği “Enfal Operasyonu” denilen, merkezinde 16 Mart 1988’de kimyasal silahlarla gerçekleştirilen Halepçe katliamının bulunduğu soykırımda da çoğu çocuk 100 ila 150 bin arasında Kürt yok edilmişti.
Bölge devletlerinin “sicili” kendileri ne derse desin Kürtlere karşı “kimyasal silah” kullanımıyla lekelenmiştir, o nedenle OPWC “kimyasal silah” kullanma iddiaları karşısında “somut kanıt” yanında “tarihsel yatkınlığı” da dikkate almaksızın adil bir sonuca varamaz.
Kaldı ki, OPWC’nin önünde güvenilir bir “itiraf” da vardır.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, 13 Şubat 2021’de PKK’nin elindeki “Türk devlet görevlilerini kurtarmak” üzere başlatılan ve büyük bir fiyaskoyla, rehinelerin tamamının ölümüyle sonuçlanan Gare harekatıyla ilgili TBMM’de bilgi verirken şunları söylemişti: “Sadece göz yaşartıcı gaz kullanılmıştır. Bunun dışında herhangi bir silah mühimmat kullanılması söz konusu değil. Bu sırada teröristlere teslim olmaları gerektiği hususu tekrar tekrar hatırlatıldı.”
“Göz yaşartıcı gaz” “Kimyasal Silah Sözleşmesi” kapsamında bir “isyan kontrol ajanı” olarak kabul edilmiştir. Ve Türkiye bir taraf devlet olarak Sözleşmenin 5. Maddesi kapsamında “bir savaş yöntemi olarak kullanmamayı taahhüt ettiği” göz yaşartıcı gazı kullandığını Milli Savunma Bakanı’nın ağzından itiraf etmiştir.
Savaşın kimyası Carl von Clausewitz’in dediği gibidir: “Savaş bir şiddet eylemidir, uygulamada hiçbir sınır tanımaz […]” Türkiye’yi yönetenlerin sicilinde soykırım ve kimyasal saldırı eğilimi vardır ve darda kaldıklarında bütün sınırları aşmaya eğilimlidirler. OPWC Akar’ın itirafını ve Ankara’nın tarihsel eğilimine uygun olarak “Kimyasal Silah Sözleşmesi”nin 5. Maddesi’ni ihlal ettiği gerçeğini kabul ederek işe başlayabilir. OPWC’nin tutacağı halka budur.