1 yıl içinde ikinci romanı yayınlanan Kürt yazar Sara Aktaş’la son kitabı ‘Üç Mevsim’i konuştuk: Kişisel olarak yazmak çok erken yaşlardan itibaren varolduğumu bana hissettiren, kendimi ürettiğim, sesimi duyduğum ve duyurduğum bir alan… Her koşulda bana dayanma gücü veren sihirli bir dünya…
Hüseyin Kalkan
Bu kitabı okurken mutlaka bir yerinde ‘Bu bizim çocukların hikayesi’ diyeceksiniz. Bir yerinde ‘Bu kadınların hikayesi’ diyeceksiniz. Sonunda okumayı bitirince ‘Bu Kürtlerin hikayesi’ diyeceksiniz. Sara Aktaş’ın ‘Üç Mevsim’ isimli romanından söz ediyorum. Aktaş, sorularımızı yanıtlarken, tam da bu üç katmandan söz ediyor ve kendi kimliğinde bunların iç içe geçtiğini söylüyor. Romanın konusuna gelince; İstanbul’da üniversite okuyan Dicle, annesi ve babasını bir trafik kazasında kaybedince Amed’e döner. Bir yanda babasından kalan kitabevini çalıştırırken, bir yanda da Jin Kadın Merkezi’nin çalışmalarına katılır. Kitap daha çok bu kadın merkezinin etrafında gelişen olayları hikaye eder. Sara Aktaş’a kitabını ve yeni çalışmalarını sorduk.
- Yazma serüveniniz nasıl başladı?
Öncelikle savaşın, zulmün ve acının gündelik olarak kendini ürettiği koşullarda yaşamış ve bu koşullarda yazmaya adım atmış biriyim. Bir savaşın içine doğan herkes gibi ben de tüm hayatım boyunca bu savaşın yarattığı dehşete maruz kaldım. Ve yazmak; bende hayatın getirdiği olumlu olumsuz her şey karşısında bir direniş bir duruş olarak şekillendi, şekillenmeye devam ediyor. Nihayetinde yazma eyleminin hem yazan kişinin kimliğiyle hem de yaşamıyla, yaşamla direk bir bağı olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla kişisel olarak yazmak çok erken yaşlardan itibaren var olduğumu bana hissettiren, kendimi ürettiğim, sesimi duyduğum ve duyurduğum bir alan… Her koşulda bana dayanma gücü veren sihirli bir dünya… Bu açıdan yazma serüvenimde üç temel etmenin belirleyici olduğunu söyleyebilirim; kadınlık kimliğim, Kürtlük kimliğim ve devrimci kimliğim… Kadınlık kimliğim açısından yazmak her zaman yok sayıldığım yerde kendimi var ettiğim ve ürettiğim, susturulduğum yerde sesimi duyurduğum bir yol oldu.
- Üç Mevsim bu serüvenin neresinde?
Yazmak benim için kendini gerçekleştirmenin tek olmasa da en önemli yollarından biri oldu.Yazarın kimliğinin hep çok katmanlı olduğuna inanmışımdır. Elbette yazar üretim sürecinde bu katmanların bazen birini bazen birkaçını öne çıkarabilir. Sanırım bende bu katmanlar; kadınlık, Kürtlük, devrimcilik hep iç içe geçti. Üç Mevsim bu iç içe geçmiş yaşanmışlıkların bir sonucu. Dolayısıyla Üç Mevsim için keskin sınırlarla bir savaş romanı, bir kadın romanı vb diyemiyorum. Üç Mevsim “kötülüğün sıradanlaştığı” ülkemizde sıradanlaşan, tanık olduğum gerçek hikayelerden esinlenerek yazdığım ilk romanım. Dahası bu roman cezaevi koşullarında yazıldı ve yazıldıktan uzun yıllar sonra “Göçebe Kuşlar” isimli romanım yayınlandıktan sonra yayımlandı. Yaşamak zorunda kaldığım uzun cezaevi yılları boyunca en büyük direniş araçlarımdan birinin yazmak olduğunu hemen belirteyim. Nitekim dünyanın neresinde olursa olsun faşist ve totaliter rejimlerin hapishane pratiği, tarih boyunca, devrimci, yurtsever ve muhalif tutsakların iradelerini kırma ve ehlileştirme politikası olmuştur. “Beden, işkencecilerin, cellatların ve egemenlerin gücünü pratik ettikleri yerdir” derken Foucault tam da bu gerçeğe işaret ediyor. Ya da Louis Althusser’in diliyle söylersek; hapishane, devletin yalnızca baskı aygıtı olarak değil, ideolojik aygıtı olarak da iş görmektedir. Yani hapishaneler, siyasi tutsakların resmi ideoloji doğrultusunda her türlü vahşet aracılığıyla yeniden şekillendirilmek istendiği mekanlardır. İşte Üç Mevsim cezaevinde kaldığım uzun yıllarda, bir direniş biçimi, irademi teslim etmeme tutumu ve mücadele pratiğinin sonucudur. Dolayısıyla tekrar sorduğunuz soruya dönersem Üç Mevsim; her türlü insanlık suçunun mubah sayıldığı kirli bir savaş içinde, dışarda içeride, hayatın her alanında onurunu teslim etmeyen ve bir şekilde mücadale eden insanları anlatıyor. Yani her şeyi anlatma telaşı değil de yaşanan hakikati anlatma telaşı diyelim. Nihayetinde sözkonusu Kürt coğrafyası ve Kürt kadınları olunca savaş, cezaevi, erkek egemen kültürün yarattığı geleneksel ve toplumsal normlar, her şey iç içe geçiyor.
- Kitabın merkezinde yer alan Jin Kadın Merkezi çabaları aynı zamanda bize toplumsal dönüşümün ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Ne kadar yol alındı kadın sorununda?
Elbette Üç Mevsim’de baskın olan kadın hikayeleri… Üç Mevsim’in kahramanları çoğunlukla kadınlar. Jin Kadın Merkezi bir yerde Kürt kadınlarının canıyla kanıyla verdiği mücadelenin hem sonucu hem yansıması. Orada toplumsal dönüşümün öyle kolaylıkla gerçekleşmediğini, büyük bir çaba, sabır ve emek gerektirdiğini bir kez daha görüyoruz. Kaldı ki bu Kürdistan’da yaşanan kadın mücadelesinin sadece küçük bir yansıması. Bu bakımdan Kürt kadın hareketinin sömürgeci güçler karşısındaki mücadelesi kadar esas olarak Kürt toplumunun red ve kabul ölçülerini değiştirmesi, kadınlara yönelik ayrımcılığı, şiddeti reddeden, kadının özgür iradesini kabul eden yeni değer yargıları oluşturması oldukça hayati bir yerde duruyor. Geldiğimiz evrede Kürt kadınlarının siyasal özne olarak görünürlük zeminini güçlü kılması, anahtar bir rol üstlenmesi, kadınca hakikatleri ortaya çıkarma çabası ve bunun doğurduğu yaşamsal sonuçlarla dikkatleri üzerine topladığı biliniyor. Üç Mevsim bu mücadelenin bir kesitinin anlatımı; kadın erkek egemen sistemin en değersiz aracına dönüştürülürken, erkeğin ailenin reisi, kadının kocası ve toplumun atası konumuna getirilişine karşı bir eleştiridir. Zira Kürt kadın hareketinin politik arka planı, kadın özgürlüğüne dair görüşleri ve yarattıkları somut işler toplumsal alanda devrimsel değişimler yaratmakta, iktidara ve erkek egemenlikli tüm yaklaşımlara karşı “direniş” üretmektedir. İşte Üç Mevsim’in kahramanları bu sancılı ve çetin mücadelenin içinde şekilleniyor, kendi direniş hikayelerini anlatıyorlar. Dicle, Şevin, Bermal, Lorin, Feride ve diğerleri her birisi hayatımızın içinden geçen, günlük olarak karşılaştığımız gerçek kahramanlar aslında…
Sanırım bu romanda kadınlık kimliğim diğer kimliklerime göre daha baskın yansıyor
- Belki biraz da bir kadın edebiyatı var mıdır sorusunu konuşmak gerekiyor! Kendinizi kadın edebiyatının neresinde görüyorsunuz?
Bence mücadeleyle yaratılan bir kadın edebiyatından bahsedebiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki toplumsal yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi edebiyat alanında da kadınlar yüz yıllarca erkek egemen tarih kurgusunda hep bir sürgünlüğü ve yok sayılmayı yaşamıştır. Erkekler için dizayn edilmiş bu dünyada kadınlar adım attıkları her alanda olduğu gibi yazar olarak kendilerini üretmeye çalıştıklarında da önlerinde setler yükselmiştir. Örneğin John Stuart Mill gibi bilinen birçok erkek yazar, kadınların birer yazar olmak için gerekli karakteristik özelliklerden yoksun olduklarını iddia etmişlerdir. Kadın yazarların çoğu, 17-18-19. yüzyıllar boyunca yayımladıkları kitaplarda kendi isimlerini kullanmamıştır. Örneğin 20. yüzyıl yazarı Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda”da, kadın ve yazarlık arasındaki ilişkiden bahsetmiş, tarih boyunca anonim olarak bildiğimiz yazarların tümünün kadın olduğunu iddia etmiştir. Nitekim 19. yüzyıldaki kadın yazarların anonim ya da erkek takma adı kullanmalarına Charlotte, Emily, Anne Bronte kardeşleri örnek verebiliriz. Tüm zamanların en iyi roman yazarları olarak bilinen bu kız kardeşler, en ünlü eserleri “Jane Eyre” ve “Uğultulu Tepeleri” takma erkek adları kullanarak (Currer, Ellis, Acton Bell) yayınlamışlardır. Bronte kardeşler eserleriyle ve yarattıkları kadın karakterlerle, kadınların da tutkuları ve yetenekleri olabildiğini, erkeklerden daha değersiz ya da aşağı olmadıklarını göstermeye çalışmışlardır. Üstelik geleneksel cinsiyet rollerinin dışına çıkmış ve diğer kadınlara da örnek olmuşlardır. Dolayısıyla kadın yazar olmak ya da kadın edebiyatı da tamamen kadınların verdikleri mücadele ile şekillenmeye başlanmıştır. Ancak cinsiyeti kadın olan her yazarı kadın edebiyatı içinde ele alamayız. Kadın yazar olmak veya kadın edebiyatı bu bakımdan kadınların çektiklerini, mücadelelerini, tüm hayatları boyunca uğradıkları cinsiyetçi muameleleri bilmek ve kadın özgürlük sorununa yazdıklarıyla yol açmak anlamına gelmektedir. Benim kadın yazar olmaktan anladığım biraz budur. Kadınların kısılmış sesinin sesi, görünmeyen varlığının görünür kılınmasıdır. Üç Mevsim’de bir kadın olarak kadınların sesini, mücadelesini yansıtmak istediğimi belirtebilirim.
- Edebiyat, sanat ve savaş ilişkisi üzerine neler söylersin?
“Savaş” teması edebiyat içinde çok sık işlendiği gibi edebiyatta birçok açıdan savaşların yarattığı iyi-kötü gerçeklikler, duygular üzerinden yükselmiştir diyebiliriz. Birinci ve ikinci dünya savaşları, insanlığın ruhunda en büyük çöküntüleri yaratırken, kolektif bilincinde izi kolay kolay kaybolmayacak bir tahribat da yaratmıştır. Bunun edebiyata, sanata yansımaması mümkün değildi. Örneğin I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan edebiyatında Hemingway, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi romanlarıyla okuyucuyu savaşın dehşetinden uzak tutmaya çalışmıştır. Yine George Orwell, Savaş Günlükleri’nde, kendisini bir anda savaşın ortasında bulan bir halkın psikolojisine ve savaşın hayatın her alanını nasıl etkilediğine dair gözlemlerini aktarıyor. Bu bakımdan sanat ya da edebiyat geleceğin kurgulandığı bir alan olduğundan savaş ve barış teması sanatın ve sanatçının ana izleği haline gelmektedir. Dolayısıyla Kurdistan’da da hiçbir ahlaki kuralın işlemediği bir savaş ve bu savaşa karşı muhteşem direnişler yaşanırken, üstelik bu direniş toplumsal yaşamın her dokusunu etkileyip radikal bir değişime yol açarken bunun edebiyata, sanata yansımaması mümkün değil.
Albert Camus’nun diliyle söylersem “Sanatçı’nın ‘zorbalığa karşı çıkma’ işlevi açık seçiktir. O, ne susmayı, ne yansız kalmayı benimser.” Elbette kendi küllerinden doğan Kürt edebiyatı, sanatı, sineması çeşitli biçimlerde yaşanan savaşı, mücadeleyi ve direnişleri işlemektedir.
‘Anlatmak istediğim çok hikâye var…’
Sara Aktaş’ın ilk kitabı bir şiir kitabı, ‘Savaş Yıkıntıları’ 2005 yılında yayınlandı.
Aktaş’ın ikinci kitabı da bir şiir kitabı ‘Aksi Yalandır’ tehlikeli bulunduğu için basımı yasaklandı. ‘Üç Mevsim’ Aktaş’ın ikinci romanı. İlk romanı ‘Göçebe Kuşlar’ geçtiğimiz ocak ayında yine Aram Yayınlarınca yayımlandı.
‘Üç Mevsim’de yer alan şiirler Fransızca yayınlanan bir antolojide yer aldı. Aktaş, yeni çalışmasının bir roman olduğunu söylüyor ve gelecek romanı ile ilgili şu bilgileri veriyor: “Üzerinde çalıştığım yeni bir roman var. Cezaevi gerçeğini aileleri dolayısıyla dışarıda ve içeride yaşamak zorunda kalan çocuklar üzerine bir roman…İçeriden ve dışarıdan iki çocuğun gözünden beton duvarlar arasında yaşanan vahşeti ve bu vahşet karşısında gelişen direnişi, parçalanmış hayatları, yeniden inşa edilen umutları anlatıyorum. Binlerce öykünün, binlerce yazgının binlerce geleceğin iç içe geçtiği o mekanlarda uzun yıllar boyunca biriktirdiğim çok hikaye oldu. Anlatmak istediğim çok hikaye var… Kanla düşlerin iç içe geçtiği, gökyüzü ve yeryüzü arasında yankılanan öyküleriyle savaşçı kadınlar. İnançtan, umuttan ve dirençten yoğurdukları ruhları, ağır ağır, sabırla değiştiriyordu dünyamı… dünyamızı… Bu roman o kadınları ve çocukları anlatıyor…”