Savaş onu Brezilya’ya kadar izler. Stefan Zweig, Hitler ordularının ilerleyişine ilişkin gazete manşetleri ile karşılaştı. 22 Şubat 1942 yılında karısı ile birlikte intihar etti.
Hüseyin Kalkan
İntihar insanın en bireysel eylemidir. Kişi tek başına karar verir, tek başına uygular ve uygulamaya konu olan nesne kendi yaşamıdır. Ama egemenler pek öyle düşünmemişler, işgücü kaybına yol açtığı için intihar eylemini cinayetle eş tutmuşlar. Yasalarla intiharı yasaklamaya kalkmış, günah saymış, en azından bir davranış bozukluğu olarak nitelendirmişlerdir. Bireyseldir dedik ama sosyologlar aynı kanıda değil. Onlara göre intihar toplumsal bir olaydır. En büyük intihar nedeni aşk değilse bile, en dikkati çeken intihar veya en etkili intihar aşk intiharıdır. Hele şiir ve romandaki aşk intiharları! Hangi okur kendini en az bunlardan biri ile özdeşleştirmemiştir? Kendi yarattıkları kahramanları aşk için bol bol intihar ettiren yazarlar ve de şairler arasında aşk nedeni ile intihar edene pek rastlanmıyor. Kahramanlarını bol bol gönül yarasından dolayı intihara sürükleyen yazarlar, intiharı daha başka nedenlerle seçiyor.
Savaş ve Zweig’in intiharı
Şairlerin ve yazarların en çok savaş nedeni ile -korkusu- vahşete seyirci kalmamak için intihar etliklerini ileri sürebiliriz. Savaşın en bilinen kurbanlarından başlayalım. Stefan Zweig, 1942 Şubatı’nda, karısı ile birlikte Brezilya’da yaşamına son verdi. Zweig, iki dünya savaşını yaşamış talihsiz bir kuşaktandı. 1881 yılında Yahudi kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, Viyana’da büyüdü. Birinci büyük savaş kapıya dayandığında, Zweig artık ünlenmiş bir yazardı. Askerlik yapmamak için savaş bakanlığı arşivinde görev aldı. Daha sonra düşman ordusunun bildirilerini toplamakla görevlendirilip cepheye gönderildi. Savaşın yarattığı felaketi yakından gördü. Döndükten sonra çeşitli uluslardan savaş karşıtı yazarlarla ilişki kurmaya çalıştı ve savaş karşıtı bir oyun yazdı. Bu oyunun sahnelenmesi için İsviçre Devlet Tiyatrosu’ndan teklif aldı. Oyunun ilk gecesinde bulunmak için bu ülkeye gitti ve savaş sonuna kadar bu ülkede kaldı. Burada eski dostu Fransız yazar Romain Rolland ile görüştü. Rolland, bu ülkeye yerleşmiş, savaş karşıtı çalışmalarını sürdürüyordu. Savaşın bitimine kadar birlikte çalıştılar. Savaş bittikten sonra Viyana’ya döndü. Savaşın getirdiği yoksulluğu yakından gördü ve yaşadı. Yazı çalışmalarını hızlandırdı. İki savaş arasındaki dönem Zweig için en verimli dönem oldu. Kitapları hemen hemen bütün dünya dillerine çevrildi ve art arda baskılar yaptı. Hitler felaketinin yaklaşmakta olduğunu herkesten önce gördü. Ama yakın çevresinde ve dostları arasında yeni bir dünya savaşı çıkacağı fikri alayla karşılandı. Derin bir kayıtsızlık ve aldırmazlık yaşanıyordu. Nazi işgalinden az önce ülkesinden ve derin duygularla bağlı olduğu Viyana’dan ayrılmak zorunda kaldı. Zweig, sevgili Viyanası’ndan ayrılırken bir daha geri dönmeyeceğini hissediyordu. ‘Dünün Dünyası’nda veda ağıdı gibi şu sözler yer alır: “Ama şimdi söyleyeceklerim iş işten geçtikten sonra söylenmiş şeyler değil, gerçeğin ta kendisi sayılsın isterim. O iki son günde Viyana’nın bütün tanıdık sokaklarına, her kiliseye, her bahçeye, doğduğum bu kentin bütün kıyı bucağına bakarken hep ‘artık bir daha görmeyeceğim’ diye düşündüm. Anamı kucaklarken de yine ‘Bu son görüşüm’ diye aklımdan geçirdim. Bu kente ve bu ülkede her şeye hep o “Bir daha göremeyeceğim” duygusuyla, bunun bir ayrılış bir daha buluşmamak üzere son ayrılış olduğu bilinci ile baktım. İçinde yirmi yıl çalıştığım evimin bulunduğu Salzburg’dan, istasyonuna bile inmeden geçip gittim. Yamaçtaki evimi, nice yılların canlı anıları ile dolu evi, vagonun penceresinden de görebilirdim. Ama o yana bakmadım bile. Hem ne diye bakacaktım? Orada bir daha hiç mi hiç oturamayacaktım. Tren sınırı aşarken, İncil’deki Lut Peygamber gibi arkamda yalnızca tuz ve kül yığını, taşlaşmış bir geçmiş bıraktığımı biliyordum.” (Dünün Dünyası, Can Yayınlan- 3. baskı, s. 375)
Bu arada kendisi de bir yazar olan ilk karısından ayrılmak zorunda kaldı. Frederik von Winternit ile bundan böyle ortak yanları kalmıyordu. Karısı ülkeden ayrılmak zorunda değildi. Çünkü o Yahudi değildi. Çünkü o safkandı. Yine de öldüğü güne kadar dostlukları sürdü. Sürekli mektuplaştılar. O zamanın yalnız Almanya’sında değil, Avusturya’sında da Yahudi olmak zordu. Hatta zordan öte. Stefan Zweig’in yurdundan ayrıldıktan sonra en büyük kaygısı yakınlarının ve arkadaşlarının başına gelenlerdir. Ağır hasta olan 84 yaşındaki anne Zweig, her gün yaptığı küçük gezintilerde beş-on dakika yürüdükten sonra, dinlenmek için bir banka oturur. Ama henüz Viyana’yı işgal edeli 8 gün olmuş olan Hitler, Yahudilerin banklara oturmasını yasaklar. Zweig, Hitlerin bütün yaptıklarında bir mantık bulsa bile, işte bu mantığı anlayamaz. Annesinin birkaç ay sonra ölmesini kabalıklara ve hakaretlere katlanmaktan kurtulduğu için bir mutluluk sayar, işte Viyana’da Yahudi olmak bu idi, o günlerde.
Barışa bakmak
“Barışa son bir kez bakmak için yine kente indim” diyor. Ama barışa bakarken ilk savaşın gölgesini görür. İngilizler kendilerine özgü rahatlıkları ve soğukkanlılıkları ile günlük yaşamlarını sürdürürken, Zweig, dünün dünyasının bir daha geri gelmemek üzere elden gittiğini düşünmektedir. Önce İngiltere’ye yerleşti, bu ülkenin Almanya’ya savaş ilan etmesi üzerine “düşman yabancı” sayıldığı için, bu ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Brezilya’ya yerleşti. Bu garip durum karşısında şöyle yazdı: “Irk ve düşünce ayrılığı yüzünden Alman düşmanı diye damgalanıp Almanya’dan kovulmuş bir kişiyi, şimdi bir başka ülkenin, salt bürokrasi emirleri gereği -Avusturyalı olarak hiçbir bağlantısı bulunmayan- yine onlara zorla verilmesi gibi bir saçmalık görülmüş müydü? Bütün ömrüm, tek bir kalem çizgisiyle anlamını değiştirmişti.” (age, s. 403)
Brezilya’ya yerleştikten sonra yazmayı sürdürür, mektuplarla ve telgraflarla dostları ile iletişimini canlı tutmaya çalışır. Hitler’in dünyanın başına bir felaket gibi çökmesi günbegün Zweig’i bir bunalıma sürükler. Bir mektubunda şöyle yazıyordu: “Hitler adını taşıyan bu bir tek insanın cinayetleriyle yıllardır yüz binlerce ve milyonlarca insanın hayatını mahvettiğini düşünmek …korkunç bir şey’di.” Zweig bu korkunç şeye daha fazla dayanamadı. 14 Şubat’ta Rio karnavalını izlemek için karısı ile birlikte bu kente giden Zweig, Hitler ordularının ilerleyişine ilişkin gazete manşetleri ile karşılaştı. Karnavalı görme isteği birden bire yok oldu, karısı ile birlikte Petropolis’e döndü. 22 Şubat 1942 yılında karısı ile birlikte intihar etti. Son günlerinde tanıştığı Şilili kadın şair Gabriela Mistal’ın dediği gibi: “Yaşanılası bir dünyadan umudunu kestiği için kendi eliyle canına kıydı.” Veda mektubunda “Tüm dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından sabah kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum” diyordu.
Savaş kadınları vurur en çok
Savaşı erkekler icat etti. Ama en çok kadınları vurdu. Savaşa alınıp götürülen kocayı, sevgiliyi, oğulu onlar bekledi. “Burası Muştur, yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir?” diye onlar şaştı, savaşın ettiği işlere. Onlara tecavüz edildi, sorguda cinsel tacize uğradılar, evleri yakıldı ve yakılmaya devam ediliyor, erkeklerin icadı savaş yüzünden. Erkeklerin ilk savaşı Kabil ile Habil’in savaşı idi. Bir son savaşları olacak mı? Bilinmiyor. Böyle giderse son savaş diye bir şey göremeyeceğiz. Son savaş diye bir şey olmayacak. Virginia Woolf savaşın okyanusun öte yakasında bulduğu bir kurban. İngiltere’nin bu ünlü, uslanmaz, ele avuca sığmaz yazarı, muhtemel bir Alman işgalinde, ruhsal bir bunalıma düşüp yakınlarına yük olmamak için -ki yakınları bunu anımsatırlar insafsızca- ceketinin ceplerine doldurduğu taşlarla, Ocae nehrinin sularına gömülerek dünyaya, erkekler dünyasına nanik yapar. Woolf’un biyografisini yazanlar ve bundan sonra yazacakların işi kolay değil, eğer ki kolaycılığa kaçmazlarsa. Çünkü Woolf tek bir kaynaktan gelmiyor. Tek bir şeyi, tek bir erkeği, tek bir cinsi sevmiyordu. Sadece bir yazar değil, bir edebiyat eleştirmeni, bir şair, bir politikacı, bir sosyalist, bir feminist, bir savaş karşıtı. Birçok romana, denemeye, edebiyat eleştirisine imzasını atar. Veda ederken hâlâ başarıp başarmadığından kuşkuludur. Bu sürekli güvensizlik, sevdiklerini, annesini, ağabeyini, kız kardeşini arka arkaya kaybetmesinden kaynaklandığı gibi, yaşça kendinden büyük olan iki üvey kardeşinin sürekli cinsel tacizine maruz kalmasından da kaynaklanıyordu. Babasının ölmesinden sonra ilk intihar girişiminde bulunur. Atladığı pencere yere yakın olduğu için ciddi bir yara almaz. Evlendikten 13 ay sonra evliliğinin iyi gitmediğini düşünerek yeni bir bunalıma girer ve ikinci kez intihara kalkar. Bu defa girişim ciddidir. 100 gram veronal yutar. Bu miktar onu öldürmeye yetecek bir dozdur. Midesi yıkanarak kurtarılır. Biyografi yazarları beş büyük bunalım geçirdiğini yazarlar. Ruhu kaç tane kaydetmiştir? Kara kutusu kaybolduğundan dolayı bilinmez.
Savaş ve vicdan
Savaş Hitler’le birlikte girmez hayatlarına. Daha öncesi de var. Bir anti-militarist olan Woolf, ilk eylemini 28 yaşında iken gerçekleştirir. Yüzünü isle kararttıktan sonra, bıyık ve sakal takarak erkek kardeşi ve onun bir arkadaşı ile birlikte Habeş Prensi olarak İngiliz donanmasını denetler. Birinci Dünya Savaşı başladığında, Woolf’ların da içinde bulunduğu entelektüellerden oluşan ve Bloomsbury diye adlandırılan grup savaş karşıtı olmalarından dolayı askere gitmek istemezler. Vicdani redde dayanan savunmaları kabul edilmeyince, başka bahanelerle askerlikten muaf tutulmayı becerirler. Virginia Woolf ise “Mrs. Dalloway” isimli romanında savaş karşıtlığını ortaya koyar. Romanın önemli karakterlerinden birisi 1. Dünya Savaşı’nda tanık olduğu cinayetler ve haksızlıkların etkisini üstünden atamayan eski bir askerdir. Bu asker tıpkı Virginia’nın ilk denemesindeki gibi annesi öldükten sonra akıl hastanesine kapatılmamak için pencereden atlayarak intihar eder. İspanya İç Savaşı’na gönüllü ambulans şoförü olarak katılan yeğeni savaş sırasında ölür. Ablasını teselli etme görevi Virginia’ya düşer. İkinci Dünya Savaşı başladığında intihar artık Woolflar’ın günlük konuları arasına girmiştir. Bir Yahudi olan Leonardo, Nazi tehlikesinden daha çok etkilenmiştir. Hava akımları sırasında Londra’daki evlerinin bir bölümü hasar görür. Woolf’lar kitaplarını kurtarma telaşına düşerler. Kitaplar Londra dışındaki evlerine taşınır ve yıkıldı yıkılacak şekilde üst üste yığılır. Evdeki bu düzensizlik ikisinin de sinirlerini altüst eder. Erkek kardeşi Adrian, Hitler’in acımazsızlığına boyun eğmektense intihar etmeye karar verir. Doktor olduğu için elinin altında öldürücü dozda zehir vardır. Bunları gerekirse Virginia ve Leonardo’ya verebileceğini söyler. (Aaron Rosenblatt, Yeni Başlayanlar için Virginia Woolf, Karum Yayınları– İstanbul, s. 159-160)
20 Mart 1941 günü Virginia Woolf tekrar depresyona girer. Ablası Vanessa’dan bir mektup almıştır. Ablası Virginia’ya yeniden hastalanmaması için kendisine dikkat etmesini hatırlatmaktadır. “…ne yaparız işgal edildiğimizde, eğer sen kendine bakamayacak durumda olursan?” diye sorar. Bu mektuptan 8 gün sonra ceketinin ceplerine ağır taşlar koyarak, kendini Ocae nehrinin sularına bırakır. İki hafta sonra çocuklar cesedini nehrin kıyısında bulurlar. Bıraktığı veda mektubunda ablasının kaygılarını dikkate aldığı görülür. Kocasına “…bana bakma zahmeti olmadan işleri daha iyi yürütebilirsin. Senin yaşamını berbat etmeye devam edemem” diye yazar. (Age, s. 167-168) Resmi kayıtlar onun üç intihar girişimini kaydeder, üçüncüde Virginia artık yoktur. Hepsi bu kadar mı acaba? Son on gününde, iki kez eve sırılsıklam döner. Virginia’nın ayağı kayıp düştüğü için böylesine tepeden tırnağa ıslandığına inanmak gerekip gerekmediğine ancak kara kutusu bulunduğunda karar verebiliriz. Eğer bulunursa! Yaşadıklarının toplamı onu intihara sürüklemiştir. Cinsel taciz, bunun doğurduğu bunalım, ama son noktayı Hitler koymuştur. Savaş geldi ve buldu onu.