Bilindiği üzere geçen hafta Barış Akademisyenleri davasında önemli bir hukuksal gelişme yaşanmış, “Bu suça ortak olmayacağız” metni ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmişti. Anayasa Mahkemesi (AYM), “Barış için Akademisyenler İnisiyatifi” adıyla hazırlanan metne imza atan 10 akademisyenin, terör örgütü propagandası yapma suçundan cezalandırıldıkları gerekçesiyle yaptıkları bireysel başvuruda hak ihlali kararı vermişti.
Karara dair tartışmalar sürerken pazartesi günü “1071 akademisyenden, Anayasa Mahkemesi kararına karşı bildiri” başlığı ile yeni bir haber düştü ajanslara. Detayında özetle şu denmişti:
“Türk milleti adına karar vermekle yetkili kılınan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının adalete ve kamu vicdanına aykırı olmaması gerektiğine inanıyor, bu yanlış kararda imzası bulunanları kınıyoruz. Terörle mücadele ettiği için devleti suçlayan açıklamalar yapmak dünyanın hiçbir ülkesinde ifade özgürlüğü olarak değerlendirilmez.”
Malazgirt ruhu ile şahlanan 1071 kişi yetmemiş olacak ki İstanbul Üniversitesi rektörlüğü de özel bir açıklama yaptı ve Anayasa Mahkemesi’ni bu ‘skandal’ karardan dönmeye çağırdı. İstanbul Üniversitesi “Misyonu itibarıyla bilgi ve özgür düşünce üretmenin merkezi olan üniversitelerde görev yapan akademisyenler, terör faaliyetlerine karşı yürütülen bu başarılı operasyonları, ‘kasıtlı ve planlı bir kıyım, bilinçli sürgün politikası ve bölge halklarına yönelik bir katliam’ olarak adlandırarak çok büyük bir gaflet içerisinde hareket etmişlerdir” diyerek Barış Akademisyenleri’ni hedefe oturttu. Bilim ve değer üretim yeri olan üniversite, savaş çığırtkanlığına soyunmuş oldu. İyi de yaptı, aksisi ayıp olurdu!
Şimdi bu iki örnek burada dursun, başka bir örneği hatırlatmak istiyorum.
3 Şubat 2016 tarihli Sözcü gazetesinde “Vatan yoksa Üniversite de yoktur” başlıklı, 64 kişiden oluşan bir bildiri yayınlanmıştı. İmzayı atanların her biri birbirinden merdane, onlarca sıfat ve çalışma sahibi görünüyordu. Şunu demişlerdi: “Bilim insanlarının vazgeçmeyeceği iki temel ilke, gerçeğe bağlılık ve vatana bağlılıktır. ABD ve İsrail tarafından desteklenen PKK, Türkiye’yi bölmek için saldırıya geçmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik güçlerinin bu kalkışmaya karşı verdiği mücadele bir vatan savaşıdır. Bu savaşı destekliyoruz.” Özetle siz her şeyi yapın, Kürde acımayın, işin bilim ve sosyal meşruluk kısmını bize bırakın demişler.
Bu kan sevicilere tarihin belleğinden bir sayfa ile küçük bir hatırlatmada bulunmakla yetineceğim. Malum “an geçmişte, geçmiş anda gizlidir.”
***
1925’lerde Fas’ta bir savaş patlak verir. İspanyol işgalciler bir tarafa dönemin Sultan’ının baskıları bir tarafa… Tüm bunların ortasında direnişleri ile çeşitli mevziler, politik halklar elde eden bazı aşiretler, isyan grupları sömürgecileri korkutmuş olacak ki, Fransa da topa girer. Askerlerini yığar direnişçilerin üzerine. Fransa’nın bu emperyalist tutumunu deşifre etmek için bir grup aydın bir bildiri yayınlar. “Askerlere ve Denizcilere” başlıklı bu çağrı Fas Savaşı’nın durdurulmasını talep eder. Askerlere “oraya gönderilme sebebiniz onurlu bir ulusallık ile ilgili değil, ölüme gönderilme sebebiniz bir avuç kapitalistin çıkarlarıdır, cebi dolsun diyedir” diyerek seslenirler. Oradaki göreviniz “isyancılarla dayanışmaktır” diye de özellikle belirtirler.
Sen misin bunu diyen!
Hükümet hemen bu vatan hainlerine savaş açar. Sindirme, korkutma girişimleri başlar.
Yasal kovuşturma gecikmez.
Devletin bu yöneliminden güç alan ve “Devletin yanındayız, savaşı destekliyoruz” diyen onlarca aydın “Vatan Yolunda Aydınlar” başlıklı bir karşı bildiri ile demokrat aydınlara savaş açarlar. Onları vatanı sevmemekle suçlar. Dönemin savaş karşıtı aydınları nicelik olarak az da olsa sinip geri adım atmazlar, teslim olmazlar. Bu vatan güzellemecisi, savaş kaçkını aydınların bildirisine daha kalabalık bir grup olarak yeni bir bildiri hazırlarlar. İşin ucunda aydının şerefini de kurtarmak vardır artık. Bildirinin başlığı “Önce ve Daima Devrim”dir.
52 kişinin imzasını attığı bu metin L’ Humanitê’de yayımlanır. 21 Eylül 1925 tarihli bu bildiri topu taca atmadan, atağa yavaş yavaş kalkan takım gibi kurşuni sözlerini bir bir sıralar. Dönemine göre hayli cesur ve radikal olan bu metin “savaş açtığımız ve yargılama tehdidi ile karşı karşıya bıraktığımız o ilk bildiriyi açık açık destekliyoruz” ile güce tapan aydınlara ve hükümete girişirler.
Ne dediklerine değinmeden önce şu iki hususu da belirtmek gerek. Birincisi aydınlar devam eden haksız savaşı, gidişatı dehşet verici bularak; böyle bir gidişatta ezilen halkların kendi kaderini değiştirmeye, ona müdahale etmek zorunda kalmalarının meşru olduğunu belirtirler. İkincisi ise vatanın kutsanması (savaş, ölüm ile vs…) sadece boş değil aynı zamanda ölümcül, vahşi ve mideyi bulandıran bir fikirdir diyerek “Bizim için Fransa yoktur” derler.
Sömürgecilerin marifeti ile aşağılanmış ruhun isyanı olduklarını söyleyen bu aydınlar, özgürlüğe ancak devrim ile gidilebileceğini ifade ederler…
Ve sözü yavaş yavaş vatancı aydınlara getirirler.
“Vatan Yolunda Aydınlar” başlıklı bildiriye imza atan felsefeci, akademisyen, avukat, hekim, vs. kim varsa onlara şöyle seslenirler:
“Bu salaklık abidesi bildiriye imza atanlar, hepinize duyuruyoruz: Sizleri ifşa etmek ve yerin dibine geçirmek için elimizden ne geliyorsa yapacağız. Ne zaman vatandan nemalanma fırsatı çıksa kulaklarını dikip dikkat kesilen siz köpekler; tek derdiniz bu kemiğe dişinizi geçirip geminizi yürütmektir…”
***
Dün 64 bugün 1071 yarın 1453 sonra 2023 falan fistan!
Hakikatin ipi eğilip bükülebilir, ama asla kopmaz.
Bir üniversite kendi hocalarına bugün kalkıp “sözde” diyor. Tam da kendisi ‘sözde’ üniversiteye dönüşürken! Dev bir trajedi gerçekten…
Umarım tarihten onlara kalacak utancın etkileri, yaşadıkları sürece boyunlarında asılı durur.